
Sıra sıra dizilmiş ağaçlar; beyazın, yeşilin, kahverenginin mükemmel uyumu; aşağı süzülen beyaz taç yapraklar… Manzara adeta kartpostaldan fırlamış gibiydi. Hafif ve ılık rüzgar beraberinde daha fazla taç yaprak ve çiçek kokusu getirdi. Uzaktan yanık bir ses yavaş yavaş yaklaşmaya başladı, yaklaştıkça da söylediği türkü daha da anlaşılır oldu,
“Çiçekte harman olmaz, yar derde derman olmaz,
Darılmış güle bülbül gelip dalına konmaz,
Loy loy diloy loy loy…”
Hasan Bey, ağaçlarını ziyarete gelmişti yine. Her zamanki gibi keyifliydi, elini belinde bağlamış, yavaş adımlarla yürüyordu kayısı tarlasında. Durdu, bahçenin emektarlarından olan yaşlı ağacın yukarı dallarına baktı. Hasan Bey ilerlemiş yaşına rağmen dinçti, gözleri de keskin görürdü hala. “Yukarıdaki dallar kuruyor galiba, fazla çiçek vermemiş, yaz geçsin de budayalım.” dedi alçak sesle. Sonra sesini yükseltip ağaca, “Ortak ikimiz de yaşlanıyoruz galiba. Ben de eskisi kadar hızlı yürüyemiyorum.” dedi gülerek.
Hasan Bey, yürümeye ara verip sırtını az önce baktığı yaşlı ağaca dayadı, çimlerin üzerine bağdaş kurdu. Severdi bu emektar ağaçları, aralarında yürümek terapi gibi gelirdi. Kim sevmezdi ki? Vefalılardı, bakımlarının hakkını verirlerdi. Hem öyle kayısı ağacı deyip geçmemeli! Kışın dinlenme vakti bulurlardı sadece. Hasan Bey, bu güzel manzarayı sunan ağaçlarını izlemeye koyuldu.
İlkbahar gelince ağaçlar çiçek açıp güzelliklerine güzellik katardı. Hasan Bey’in çocukları, torunları, tanıdık tanımadık ziyaretçileri fotoğraf çektirmek için gelirdi tarlaya. Kendilerinin mesaisi başkaydı ama çiçekleri korumak için ilaçlama yapardı onlar. Arılar da dört gözle beklerdi ağaçların çiçek açmalarını, vızıldayarak gezinip dururlardı çiçekten çiçeğe. Karıncaları, kuşları ve minik böcekleri de unutmamalı!
Çağla zamanı geldi mi değmeyin çocukların keyfine! Çağlaları tuzlayıp yemeyi nasıl da severlerdi. Eriği ve şeftalileri de severlerdi diye tarlaya onlardan da serpiştirmişti Hasan Bey. Bu ağaçlara çıkmak çok eğlenceliydi çocuklar için. Ceplerine ve karınlarının önüne cep gibi yaptıkları kıyafetlerine ilkbaharda çağla, yazın olgun kayısıları doldururlardı. Küçük çocuklar aşağıda bekler, büyükler ağaca çıkardı; büyükler aşağı yemişlerle inince beraber afiyetle yerlerdi. Ama bir yöntemleri daha vardı, ulaşamadıkları yemişleri dedelerine çaktırmadan taşlamak! Eee meyveli ağaç olunca taşlanmaz mıydı? Taşlayınca, boyları yetişemeyip de dalı çekiştirince ya da ağaca çıkınca arada dallar da kırılırdı. Böyle olunca kızmazdı, görmezden gelirdi Hasan Bey.Meyveler dallarından indirilene kadar tepelerinde gezinir, rahat vermezlerdi bir türlü zavallı ağaçlara. Gerçi Hasan Bey’i de rahat bırakmazdı yaramazlar.
Yaz olunca işçilik faaliyetleri başlardı bu sefer. Ağaçların her biri atlanmadan, teker teker ziyaret edilir, neredeyse her dalına temas edilirdi meyveler için. Meyvelerinin dökülmesi için biraz sarsmak gerekirdi tabi. Hummalı bir çalışmadan sonra kimisinin sofrasına tazesiyle, kimisinin kurusuyla misafir olurdu meyveler. Kimisinin de gelir kapısı olurdu bu ağaçlar.
Evlere yakın ağaçların bazılarının altına masalar, sandalyeler konulur, sohbet ortamı oluşturulurdu. Çocuklar için dallara salıncaklar kurulurdu. Tatil zamanı uzakta olan evlatlar, torunlar gelince edilen sohbetler bir başka olurdu. Özellikle uzakta olanlar Hasan Bey’i çok özler, tatilin gelmesini sabırla beklerdi. Tatil bitip de evlere gitme vakti gelince Hasan Bey’den aldıkları öğütlerle, hayır dualarıyla ve tarlanın verdiği nimetlerle uğurlanırlardı.
Sonra sonbaharla birlikte ağaçlarının bakım vakitleri gelirdi. Ağaçların toprağını havalandırmak, dallarını budamak gerekirdi. Verdiklerinin karşılında birazcık bakımı da hak etsinlerdi değil mi? Kesilen kuru dallar ya kışın bir sobaya odun olur ya da ekmek pişirmek için sacın altında kendini bulurdu. Sacda yapılan böreklerin tadı da közde pişen çayla harika bir ikili oluştururdu.

Hasan Bey, daldığı manzaradan gözlerini ayırdı, yavaşça ayağa kalktı, başını tekrar kaldırdı: “Hadi bakalım evlatlar bu seneki maratonumuz da başladı. İyi verim bekliyorum sizden babanızı utandırmayın!” dedi, tam da o esnada beyaz bir taç yaprak alnının ortasına düştü. Gülümsedi, sanki: “Evet.” demişti altında oturduğu kayısı ağacı ona, kendisi ve bahçedeki diğer kayısılar adına… İlerlemiş yaşına rağmen hala meyve vermeye devam ediyordu bu ağaç. Hasan Bey, ağacın gövdesine teşekkür eder manada dokundu sonra da elini beline bağlayıp türküsünü söyleye söyleye gözden kayboldu…
Sahi iyi kimdi ya da neydi?
Bize fayda veren miydi?
Hayatımıza güzellik katan mıydı?
Yoksa her ikisini birden yapan mıydı?
Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; bir şey iyiyse hem fayda hem de keyif verir. Meyveli ağaç misali güzelliğiyle keyif veren, taşlanıp hırpalansa bile meyve vermeye devam eden , kuruyup gitse de faydası devam eden olabilmekti iyi olmak.
***
İyilerden olmak ve iyilerden kalabilmek dileğiyle…
Hem fayda hem keyif verebilmek çok kıymetli. İnsanda meyveli ağaç misali fayda ve keyif verebildiğin de albenisi artar. Bu güzel yazı için teşekkürler..
YanıtlaSilNe kadar güzel bir yazı olmuş, meyveli ağaç olabilmek ümidiyle :)
YanıtlaSil“iyilik hiçbir zaman boşa gitmeyen tek yatırımdır” diyen yazarın sözünü hatırlattı. Her zaman ve her koşulda iyi olabilmek ümidiyle teşekkürler.
YanıtlaSilEmek vermek ne güzel. Emeğin karşılığını almak. Ve faydaya ulaşmak. Sadece faydayla kalmayıp keyif de eklemek.
YanıtlaSilEmek süreklilik fayda ve keyif
Kaleminize sağlık...
Çok keyifli bir anlatım olmuş emeğinize sağlık 🌸
YanıtlaSilKaleminize sağlık
YanıtlaSilİyilerden olabilmek dileğiyle...
YanıtlaSilBir ağaç misali bir iyilik bırakabilmek...geçici bir ömürde ne güzel bir miras...elinize sağlık...🕊️
YanıtlaSilYazınızı okurken o kayısı tarlasında buldum kendimi. Emek böyle birşey🙏🏼 Ne güzel anlatmışsınız. Kaleminize sağlık🙏🏼🌺
YanıtlaSil