29 Mart 2025 Cumartesi

BAYRAM

Deneyimsel Tasarım Öğretisi



-Tam yirmi dokuz gün oruç tuttum biliyor musun?

-Öyle şey mi olur canım... İnsan o kadar gün aç mı kalırmış? 

-Yoo aç kalmadım ki hiç ben, sahur yaptım iftar yaptım yedim... Sadece gündüzleri yemedim ve su içmedim... 

-İyi de kendine eziyet etmiş olmadın mı?

-Yoo ALLAH kuluna eziyet eder mi hiç? Oruç tutmak farz… Eziyet olsa farz olarak verilmezdi insana… Hem bak arife günü bugün... Ramazan ayı geldi geçti bile... Yarın bayram... "İnsanın bayramı arifeden belli olur" der hep babaannem... 

Kendi aralarında konuşmalarını duydu Neslihan, oğlu Ahmet ile yazlıkçı komşularının oğlu Uğurcan’ın. Ahmet'in ramazan ayında tuttuğu orucu gururla anlatması mutlu etmişti onu. Kendi çocukluğu geldi aklına. Sahura kalkmak için geceden pazarlık yapardı annesiyle... Uyandırmadıkları zaman kızardı annesine ve ablasına. Oruç tuttukça kendine güveni gelirdi, başarısına başarı eklemiş hissederdi kendini. Şimdi oğlu aynı başarıyı yaşamıştı. Ahmet'in tek sıkıntısı sokakta insanların yediği şeyleri gördükçe canı istiyor her gün eve abur cubur poşetleriyle geliyordu... İftarda karnı doyunca da onları yemek istemiyordu... Böyle böyle geçmişti günler. Bu arife günü son tuttuğu oruçtu ve yarın ki bayram namazı telaşı sarmıştı şimdiden onu... Uğurcan’a teklifte bulundu; 

-Biz babamla sabah namaza gideceğiz gelmek ister misin? 

-Ben daha önce namaz kılmadım ki!

-Olsun, bayram namazı çok uzun sürmüyor, çok zorlanmazsın hem ilk namazını bayram sabahı kılmış olursun...

Uğurcan bugüne kadar bilmediği bir şeyi nasıl yapacağını düşünmeye başladı... Aslında Ahmet'in ona bu teklifi hoşuna da gitmişti...

-Olabilir aslında...

-Anlaştık, o zaman bugün de gel seninle vefat etmiş olan büyüklerimizi ziyarete gidelim...

Uğurcan adeta Ahmet’in rüzgarına kapılmış gibiydi. Kendisinin bildiği, öğrendiği adetler değildi bunlar ama Ahmet’in yaptıkları ona çok ilginç geliyordu... Ahmet'te öğrenmesi için ona detaylıca anlatıyordu. Birlikte Ahmet’in dedesinin, halasının mezarlarını ziyaret ettiler. Orada bir kaç yaşlıya çiçeklere su taşımak için yardım ettiler. İnsanların ettiği teşekkürler ikisini de çok mutlu etti... Böylelikle akşam oluverdi, sabah bayram namazı için buluşmaya sözleştiler... Ahmet’in bayram heyecanı daha yüksekti bu sefer. Babasıyla bayram namazlarına gitmek onun için paha biçilmez bir şeydi. Bir de bugün arkadaşı Uğurcan’a destek verecek olmak bugünü daha da anlamlı kılmıştı... Aslında Uğurcan'ın kendisinin bile farkında olmadığı büyük bir eksikliğini, bir ihtiyacını karşılayacaktı...

Deneyimsel Tasarım Öğretisi


Ve bayram sabahı... 

Ahmet ve babası Uğurcan'ı da alarak camiye gittiler. Uğurcan da ki heyecan Ahmet'ten daha fazlaydı... Namaz sonunda herkesin birbiriyle bayramlaşması ile başladı bayram... En son bir amcanın elini öptüler... Gençleri toplamıştı yanına... Nasihate başladı amca; 

"Nerede o eski bayramlar değil de, nerede o eski günler diyeceğim sizlere... Neden mi?  Eskiden herkes ilişki halindeydi... Birbirinin ihtiyacını giderirdi. Büyük büyük bayram sofraları kurulurdu bahçelerde... Küçüğünden büyüğüne herkes sıra sıra dizilir, bayramlaşırdı. Herkesin gözleri parlar, yüzündeki tebessüm artardı... Bayramda büyükleri ziyaret etmek bir ihtiyaç karşılamaktır aslında... Hem gençler, hem yaşlılar için... Şimdilerde gençlerin çoğu, bunun farkında değiller maalesef... Siz siz olun, akraba ziyaretlerinizi ihmal etmeyin... Onların ihtiyaçlarını giderin evladım... Çünkü bu hayatta ihtiyaç giderenin, ihtiyacı giderilir..."

Uğurcan amcayı dinlerken bir yandan hüzünlü gözleriyle Ahmet'e teşekkür etti... Sadece iki gün içinde ne kadar çok desteği olmuştu Ahmet'in Uğurcan'a... Bu bayram ikisi içinde başka bir bayramdı...





Okumaya Devam Et

27 Mart 2025 Perşembe

ÖLÜM...

Deneyimsel Tasarım Öğretisi



Ölüm kim bilir nerede?

Kimde, kimin kapısında?

Kime ne kadar mesafede?

Ne zaman uğrayacağını bilmediğimiz...

Belki şimdi, belki yarın, belki günler sonra, belki yıllar sonra..

“Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini bilemez.” 

Ama kesin gelecek misafir, sevgili, mülkün sahibinin elçisi...

Huzura erdirmek için posadan ayıran, huzura kavuşturan şey.

Sen ne güzel misafirsin ey ölüm.

Kimi misafirini güzel ağırlamak ister, temizler evini barkını. 

Hazırlanır süslenir dört gözle bekler sevgilisine kavuşturacak, huzura erdirecek olanı.

"ALLAH eceli gelen bir kimseyi geri bırakmaz. ALLAH bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.”

Kimi de kapısını camını kapar, ışıklarını söndürür ve istemez misafir gelsin.

Saklanır ki gelmeyeceğini sanır. 

Ne büyük yanılgıdır ki gözünü gerçeğe kapayan insanın kendi görmediği için görünmediği sanması. 

Eninde sonunda gelecek olana kapıyı kapamanın çare olmadığını bilmemesi...

“Ölümün rengi sarmış evi” derken... Neydi ölümün rengi? 

Neydi yas sebebi? 

Neydi karalar bağlatan, ağıtlar yaktıran?

Geçiş için kapı, köprü olan varacağı yere vardıran...

O kapıdan geçmeden huzura eremeyeceğini bilmez misin? 

Neden kaçarsın ki kaçılamayan şeyden ey insan?

“Her can ölümü tadacaktır. Kıyamet günü mükâfatlarınız tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete gönderilirse, o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı aldatıcı bir metâdır.”

Deneyimsel Tasarım Öğretisi

Vazgeçmediğin her şeyden kurtulmak için, tüm dertlerden sıyrılmak için iyi ki var denen ölümden...

Kimine göre temizlik olan onca insanı paklayan, fazlalıklardan arındıran ölüm…

Kimine göre ayrılık, kimine göre kavuşma olan ölüm...

Sahteden, yalandan sıyırıp gerçeğine kavuşturan...

İnsanın çıkış kapsı, sınavın bitiş zili ey ölüm, iyi ki varsın dediğimiz Rabbime kavuşturan aslına ulaştıransın...

Kiminin kabusu, kiminin uyanmak istemediği rüyası...

Zor gelen, can yakan, yürek burkan, boğazında düğüm...

Rabbine kavuşmanın, huzura ermenin bedeli ölüm...

 ***

“Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Hiç kimse nerede öleceğini bilemez.” (Lokman sûresi, 34)

"ALLAH eceli gelen bir kimseyi geri bırakmaz. ALLAH bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.” (Münâfikûn sûresi, 9-11)

“Her can ölümü tadacaktır. Kıyamet günü mükâfatlarınız tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete gönderilirse, o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı aldatıcı bir metâdır.” (Âl-i İmrân sûresi, 185)





Okumaya Devam Et

25 Mart 2025 Salı

PAYLAŞMAK NE GÜZEL...



Her zamanki gibi yine koştura koştura girdi ofise. Çantasını masasına koyduktan sonra bilgisayarını açtı. Yazması gereken yazıyı yazıp dosyasını tamamladı. Şimdi mutfağa geçip çayını alabilirdi. Mutfak, çay sırasında beklerken aynı zamanda yeni havadislerin alındığı bir yerdi. Gittiğinde görevli bayan anlatıyordu. “Yeni bir şef gelmiş. Odasını hazırladılar. Bugün başlıyormuş.”

Bir değişiklik daha! Son zamanlarda özellikle çok sık idareci değiştirmeye başlamışlardı. Bakalım bu kişi nasıl olacaktı?  Çok geçmeden cevapları da gelmeye başladı. Neşe hanım herkesi tanışmak için odasına çağırmıştı. Canlı, dinamik birazda ilk bakışta burnu havada gözüküyordu. Herkes toplandıktan sonra kendini tanıttı. Çalışma sisteminden bahsetti. İş takibine, birlik ve beraberliğe önem verdiğini, problem olduğunda her zaman yardımcı olacağını belirtti. Gelen herkes neredeyse benzer konuşmaları yapıyordu. "Bakalım söylenenler yapılacak mı?" dedi Nihal içinden. Konuşma bittikten sonra, çay, kahve kurabiye ikramı vardı. Biraz şaşırmıştı Nihal ve diğerleri. Daha önce böyle bir başlangıç yaşamamışlardı.

Nihal çalışmayı severdi. İşinde gücünde, sessiz, sakin kendi dünyasında denir ya, tamda öyle biriydi. İşini yapar, kim nerede ne yapmış ilgilenmezdi. Kısa bir süre sonra Neşe hanım yeni bir proje vermişti ona ve beraber çalışmaya başlamışlardı. Nihal ilk gün şaşırmıştı, şaşkınlığı artmaya da devam ediyordu yeni şefini tanıdıkça. Bireysel çalışmaya alışkındı fakat Neşe hanım pekte onu yalnız bırakacak gibi gözükmüyordu. Kapısını çaldı.. İçeri girdiğinde şaşırdı, oda değişmişti. İlk günkü resmi oda gitmiş, çiçeklerin, çay, kahve makinesinin, ikramlıkların olduğu, samimi bir ortama dönüşmüştü. Diğer idarecilerinkinden çok farklı olmuştu. Neşe hanım kendi tarzını yansıtmıştı, belli oluyordu.

Projeyi konuştuktan sonra biraz sohbet etme imkanları olmuştu. Keyif almıştı Nihal. İyi hissetti kendini, motivasyonu artmıştı. Bu kadar işin arasında Neşe hanımın onunla sohbet etmesi mutlu etmişti. Çok işi vardı fakat ona vakit ayırmıştı. Zaman geçtikçe diğer arkadaşlarından da benzer şeyleri duymaya başlamıştı Nihal Neşe hanımla ilgili.... İkramlı, samimi biriydi. İşle ilgili problem çözme marifeti yüksekti. Fakat onları en çok etkileyen cömertliğiydi.

Artık grup toplantıları çok keyifli geçmeye başlamıştı. İnsanlar birbirlerine yakınlaşmıştı. Bunda Neşe hanımın payı çok büyüktü. Nihal'le ilgilendiği gibi arkadaşlarıyla da ilgileniyordu. Zamanını paylaşıp dertleriyle ilgileniyordu. Cömertlik sadece parayla olan bir şey değildi bunu anlamışlardı. Neşe hanım nefes alacağı, dinlenebileceği zamanları da onlarla ilgilenerek geçiriyordu. Zamanını paylaşıyordu, zaten ikramı eksik olmazdı. Ofisin havası ve ilişkiler değişmeye başlamıştı. Bu sohbetler sırasında herkesin özel günlerini, hassasiyetlerini öğrenmişti Neşe hanım. Kiminin çocuğuna okul hediyesi, kiminin annesine, kiminin doğum gününde kendine hediyeleri olurdu. Beklenmeyen zamanlardaki minik hediyeleri mutlu ediyordu herkesi.

Cömertlik… İnsanın kendinden başkası için harcama yapması… İnsanların bireyselleştiği, bencilleştiği zamanlarda bir insanın zamanından, imkanlarından birileri için harcaması çok kıymetliymiş. Nihal bunu çok iyi anlamıştı. İnsan kendinde olanı paylaşınca azalacağını düşünür fakat hiçte öyle değilmiş. Neşe hanım bunun çok güzel örneğiydi herkes için…






Okumaya Devam Et

22 Mart 2025 Cumartesi

KARANLIK BİR GELECEĞE “MERHABA”

Havada gri bulutlar vardı. Az sonra yağmur yağacak gibiydi. Bir anda hava soğumuştu. Havanın soğuması ile iç dünyasında sıkıntıları olan Hüseyin'in depresyonu çok daha fazla arttırmıştı. Hüseyin her şeyi içinde yaşayan biriydi. Liseye başladığından beri ailesi ile arası da pek iyi değildi. Ailesinden günden güne uzaklaşıp, odasında vakit geçiriyordu.

Hüseyin'in Ahmet adında bir arkadaşı vardı. Çok çevresi olan, çok gezen, ara sıra okula gitmeyip arkadaşları ile vakit geçiren bir çocuktu. Ailesi ile de arası kötüydü. Etrafındaki arkadaşlarla uzun vakitler geçiriyor, bazen evine de gitmiyordu. Hüseyin son zamanlarda onunla daha çok yakınlaşmaya başlamıştı. Okul çıkışında, okulun karşısındaki oyun salonunda vakit geçiriyor eve geç gidiyordu. Ailesi eve geç gelmesinin sebebini soruyor, Hüseyin ise ailesine kızıp söyleniyordu. Ailesinin kendisini çok sıktıklarını düşünüyor, üzerinde baskı hissedip, kendini daha da çok ailesinden uzaklaştırıyordu. Ailesinden uzaklaştıkça da arkadaşı Ahmet ile yakınlaşıyordu. Her kafası attığında kendini Ahmet’in yanında buluyordu. Hayatın kuralıydı bu; her davranış zıttında başka bir davranışı meydana getirirdi.

Ahmet'in okul haricindeki arkadaşları pek güvenilir değildi. Dışarıda kavga eden, farklı maddeler kullanan kişilerdi. Hüseyin, Ahmet'in zaralı maddeler içtiğini biliyor ve başlarda bu durumdan rahatsız oluyordu. Buna rağmen sürekli beraber kafelere gidiyor ve dumana maruz kalıyordu. Hüseyin artık derslerinde de başarısız olmaya başlamıştı. Okula gitmek, ders çalışmak istemiyordu. Ailesi ile sürekli kavga ediyor, onlardan bıktığını söylüyordu. Ailesi ile hiç vakit geçirmiyor, onların yanındayken çok sıkılıyordu. Babası çok kızıyor ve onu yurda vermek istiyordu. Hüseyin, Ahmet ile hafta sonları da sık sık görüşüyor ve uzun saatler beraber oyun salonunda, kafede vakit geçiriyorlardı.

Ailesi ile tartıştığı bir gün Ahmet’le beraberken, Ahmet, Hüseyin’e kullandığı maddeden uzatmış, Hüseyin içmeyi denemişti. Başta boğulacak gibi oldu. Midesi bulandı, öksürmeye başlamıştı. Birkaç denemeden sonra vücudundaki tepkilere rağmen devam etti. Başlangıçta sigara kokusunu ve içtiğini ailesinden nasıl saklayacağını düşünüyor, durumu babasınn öğrenmesinden çok korkuyordu. Eve giderken parfüm sıkıyor, naneli sakızlar çiğniyordu. Eve gittikten sonra hemen banyoya gidiyor, kıyafetlerini makinaya atıp yıkıyordu. Hüseyin bir süre arkadaşlarından alıp içmeye devam etti. Bir süre sonra aldıkları yetmiyor ve artık harçlığını paketine veriyordu. Annesi bu durumu bir süre sonra fark etmişti. Bir akşam eşyalarını karıştırmış ve paketi bulmuştu. Hüseyin'e kızmış paketin kimin olduğunu sormuştu. Hüseyin babasından korktuğu için yalan söylemiş, paketin Ahmet'in olduğunu söylemiş, kıyafetlerindeki kokunun ise onların yanındayken üzerine kokusunun sindiğini söylemişti. Hüseyin ailesinin kızmaması için artık sürekli yalanlar söylemeye başlamıştı.

Bu durum onu başlarda çok rahatsız ediyordu.  Hüseyin, ailesinin baskılarının bu duruma sebep olduğunu, bunu hak ettiklerini düşünüp, kendini haklı çıkarmıştı. Ne de olsa başkalarını suçlamak en kolayıydı… Ailesi artık Ahmet ile görüşmesini istemiyordu. Ancak bu durumun Ahmet'in suçu olmadığını, kendisine zarar vermediğini, iyi biri olduğunu söylüyordu. Aslında Ahmet'in davranışları hem yanlış hem de çirkindi. Oysa  insan iyi, yani  doğru ve güzel davranmalıydı. Hüseyin, onunla beraberken, oyun oynuyor, zararlı maddeler içiyor ve keyif alıyordu. Oysa yaptıkları sadece anda keyif veriyor, eve gittiğinde mutsuz oluyordu. Problemleri hala çözülmüş değildi. Ancak Hüseyin henüz anda keyif verenin, toplamda zarar vereceğini bilmiyordu.

Artık sürekli babası ile kavga ediyordu. Her kavga ettiğinde evden çıkıyor, Ahmet'in yanına gidiyordu. Ahmet ile eve çıkma, kendilerine yeni bir hayat kurma planları yapıyorlardı. Ailesi artık Hüseyin'i tanıyamıyor, oğullarının nasıl eski haline döneceğini bilmiyorlardı. Hüseyin ise bu durumdan artık hiç rahatsız değildi, bu şekilde mutlu olduğunu düşünüyordu.

Okulu kötü notlarla bitirmiş ve bir işe girmişti. Kazandığı para ile geziyor, oyun oynuyor ve sigara alıyordu. Artık oyundan da vazgeçemiyordu. Geceleri sabaha kadar ücretli oyun oynuyor, sabah işe uykusuz gidiyordu. Bir gün oyunda çok yüksek bir meblağ kaybetmişti. Parayı nasıl bulacağını düşünüyor, strese giriyordu. Ahmet parayı bulabilmesi için onu güvenilmeyecek birileri ile tanıştırmıştı. Oyun parasını onlardan borç almıştı. Bu kişiler, borcu ödemezse ona zarar verecek kişilerdi. Her gün bu borcu nasıl ödeyeceğini düşünüyordu. Stres arttıkça oyunu ve sigarayı arttırmıştı. Ailesi ise eve para getirmediğini, artık sorumluluk alması gerektiğini, hiçbir işe yaramadığını söylüyordu. Bir gün babası ile kavga etmiş, sinirlenerek elini aynaya vurup elini kesmişti. Birkaç gün evden uzaklaşmış, arkadaşları ile kalmıştı.

O gece hayatın üzerine üzerine geldiğini ve yaşamanın çok saçma olduğunu düşünmeye başlamıştı. Artık çok mutsuzdu ve hayattan keyif alamıyordu. Borcu için kredi çekmiş, artık bankaya borçlanmıştı. Yüksek stres ve gerginlikten tırnaklarının kenarını koparıyor, bedenine de zararlar veriyordu. Dişlerinde çokça çürük, bedeninde halsizlik artmaya başlamıştı. Artık bağımlılıkları olmadan yaşayamayan bir insana dönüşmüştü. Oysa Hüseyin böyle karanlık bir geleceğinin olacağını, başta hesaplayamamıştı. O an mutlu oluyor, anda acı çekmemek için o ‘anı’ kurtarıyordu. Geçmiş ‘anları’ ve ‘anıları’ hiç hatırlamak istemeyeceği bir albüm haline gelmişti.

Hüseyin’e karanlık bir gelecek oluşturan şey neydi? 

Hüseyin başta sadece ailesinden uzaklaşmış ve Ahmet'e yakınlaşmıştı. Ancak geldiği noktada hayatını birkaç keyif uğruna mahvetmişti. Anlık keyifler için, tüm hayatını kaybetmişti. Ne kötü bir ticaretti yaptığı ticaret. Hangi anlık keyif insanın hayatından daha kıymetli olabilirdi? Doğru yerden uzaklaşıp, yanlış yere yakınlaşmanın bedeli çok ağır olmuştu. Oysa sadece uzak durup, hayatta anlık acılarına sabretmeliydi...

Aslında başta yapılması gereken çok basitti...

Yaklaşmamalıydı...

Dibine kadar girmemeliydi...

Sakınmalıydı...

Sakınsaydı bağımlı olmayacaktı...

Bağımlı olmadan yaşamak, bağımlı olmaktan daha kolaydı.






Okumaya Devam Et

20 Mart 2025 Perşembe

YİNE OLMADI

Eline sınav sonuç kağıdını alınca; yine olmadı diye söylenmeye başladı Zehra. "Ne yaparsam yapayım olmuyor, yine olmadı!" Canı çok sıkılmıştı. Uzun zamandır işyerindeki yükselme sınavlarına giriyor ama bir türlü beceremiyordu. Bu sınav mevzusu hayatının her alanını etkilemeye başlamıştı. Evde adeta terör estiriyordu. Herkese çok çabuk sinirleniyor; sanki sınavı kazanamamasının sebebi onlarmış gibi davranıyordu...

"Bir rahat vermiyorsunuz sizin yüzünüzden çalışamıyorum!" diye şikayetleniyordu. Artık evdekilerin de canına tak etmişti. Ne kadar yardımcı olmaya çalışsalar da Zehra onun için yapılanları görmüyordu. Annesi; "Yeter artık hepimiz çok bunaldık bu mevzudan, Dünya’nın sonu değil bu, lütfen kendini bir an önce toparla. Bu kadar agresif olma, neden sınavı nasıl kazandıklarını arkadaşlarına sormuyorsun?" diye patladı sonunda... Zehra, annesine sert bir bakış attı. "Nasıl olacak, millet doğuştan şanslı. Ne yapsa başarılı oluyor. Benim yıldızım düşük, şansım yok; yağmurlu hava da bile bana su yok. Sıra bana gelince her yer kurur, nasipsizim ben." diye çıkıştı.  Annesi konuyu uzattıkça Zehra daha da sinirlendi ki "Siz beni anlamıyorsunuz, ne kadar emek verdiğimin farkında bile değilsiniz. Bırak demesi kolay, onca emeğimi çöpe mi atayım yani?" diye söylendi. O kadar sinirlenmişti ki kapıyı vurup çıkmayı kurtuluş olarak görmüştü.

Ayakkabılarını bir hışımla giydi. Nereye gideceğini bilmeden, söylene söylene yürümeye başladı. Bir müddet sonra aklına emekli bankacı Canan ablasını aramak geldi. Kendisini bir tek onun anlayacağını biliyordu. O da yıllarca çalışmış, iş yerine çok emek vermiş, başarılı bir insandı. Hemen onu aradı, "Müsaitim, gel..." yanıtını alınca sevinerek "Hemen geliyorum ablacım, istediğin bir şey var mı, gelirken getireyim?"  diye sordu. Ne kadar "Yok canım sen gel yeter."  dese de Canan ablasının üzümlü kurabiye sevdiğini biliyordu. Kurabiyeleri alıp, hemen bir dolmuşa bindi.

Ablası, her zaman ki gibi onu sıcakkanlılıkla karşıladı. "Nasıl da bilirsin benim bu kurabiyeyi sevdiğimi..." deyip gülümsedi.  Çayı çoktan demlemişti bile. "Balkona geçelim istersen, hava balkonda oturmak için müsait."  Zehra, bu deniz manzaralı, süslü balkonda oturmaktan çok hoşlanırdı. Her zamanki yerine geçti. Denizin kokusunu içine çekti. Şimdi biraz rahatlamıştı. "Ablacığım çok bunaldım, kimse beni anlamıyor. Dertleşmeye geldim." dedi. Olanlardan bahsetti. Canan ablasının onu anlayacağından emindi. Ne de olsa yıllarca çalışmış bir kadındı. Ablası sabırla onu dinledi. Konuşma sırası kendine gelince; 

- Zehracığım, senin bu sınavı ne kadar kazanmak istediğini anlıyorum. Çok da emek verdin haklısın. Ama belli ki bir yerlerde bir şeyleri eksik yapıyorsun. Sürekli aynı sebepleri işleyerek farklı sonuçlara ulaşamazsın ki...

- Haklısın ama ne yapacağımı inan bilmiyorum, her yolu denedim. 

- Her yolu denediğine inanıyor musun?

Bu beklenmedik soru karşında Zehra şaşırmıştı. 

- Nasıl yani anlamadım?

- Buraya gelirken üzümlü kurabiye getirdin, neden?

- Çünkü; gidilen yere ikram götürmek hoş bir şeydir. Hem senin bu kurabiyeyi sevdiğini de biliyorum.

Ablası ise bunu nereden bildiğini sordu. Sohbet değişik bir hal almaya başlamıştı. Şimdi benim derdimle bu kurabiyenin ne alakası var diye içinden geçirdi Zehra. Yıllar önce Canan ablası ile bir pastane de tanışmasına sebep olan şeyin üzümlü kurabiye olduğunu hatırladı. O akşam eve misafir gelecekti. İkramlıkları dışarıdan almaya karar vermiş ve pastane kalabalık olmasına rağmen sıraya girmişti. Son üzümlü kurabiyeyi kendisi almıştı. Arkasından bir bayan "Nasıl yani kalmadı mı şimdi başka üzümlü kurabiye?" diye sormuştu. Kadın o kadar nazik ve sevimli bir ses tonu kullanmıştı ki Zehra ona dönüp, "İsterseniz ben başka kurabiyelerden alabilirim, siz bunu alın..." dedi. İkisi de gülümseyip birbirine baktılar. Ve böylece yıllarca devam eden bir arkadaşlık başlamış oldu.  Zehra ne zaman Canan ablası ile buluşsa eli boş gelmez, hemen o kurabiyeden alırdı. İkisi de bu anıyı hatırlayıp gülümsedi. 

- Zehracığım, başka bir şey de getirebilirdin ama hep bunu alıyorsun, ben de çok mutlu oluyorum. Çünkü benim bunu sevdiğimi ve mutlu olduğumu detayda biliyorsun ve daha önce bunu defalarca tecrübe ettin. Bir kurabiye seçimin de bile detaya dikkat edip, deneyim transferi yapıyorsun. Peki sınavlara hazırlanırken deneyim transferi yaptın mı? Mesela üç yıl önce Meltem’in bu sınavı ilk girişinde kazandığını bana söylemiştin. Detayda ne yaptığını ona sordun mu?

Zehra birden durdu. "Hayır hiç yapmadım." dedi. "Neden?" diye sordu ablası. Zehra düşünmeye başladı.

Meltem, eline bir işi aldığında o konu ile ilgili detayda hemen araştırma yapar, bilenlerin tecrübelerinden yararlanır, sonra kendi de üstüne bir şeyler katarak görevlerini yerine getirirdi. Zehra ise gurur yapar, kimseye bir şey sormak istemezdi. Hatta ara ara Meltem’e akıl vermeye çalışır; "Kızım, neden millete soruyorsun, kendin yapsana, bak millet yüzüne karşı bir şey demez ama arkandan konuşur; bu da bir şey bilmiyor der." diye onu uyarırdı.   Ona sormak aklına bile gelmemişti. O bir yol gösterebilirdi. Birden annesinin bugün ona "Neden başkalarına sormuyorsun?" dediğini hatırladı. Mahcup bir şekilde "Galiba anlamaya başlıyorum." dedi ve çayını yudumlayarak düşüncelere daldı.

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; sürekli aynı sebepleri işleyerek farklı sonuçlar alamayız. Farklı sonuçlar için farklı sebepler gerekir. Eğer neyi değiştireceğimizi anlayamıyorsak detaya dikkat edip, deneyim transferi yapmak gerekir. Deneyim Transferi insanları hedefe ulaştıran en konforlu öğrenme metodudur.

Bazen çözüm dibimiz de olur. Ama biz göremeyiz. Gören gözlerden olmak umuduyla…

  

Okumaya Devam Et

18 Mart 2025 Salı

BİR MEKTUP

Ey Kerem sahibi Rabbim…

Bu gece uyku tutmadı beni. 

Beni dinleyecek, derdimi anlatabileceğim kimsem yok gibi geldi. Sonra aslında en çok var olan, beni en çok dinleyen Sana bir mektupla içimi dökmek istedim. 

İçimden geçenlerin her hecesini, harfini bilsen de… 

Belki de kendi unutkanlığımda eriyip gitmemesi için üzerine yemin ettiğin kaleme sarıldım. 

Dünyaya ait isteklerim daralttı ruhumu, şikayete meyilli yakaladım kendimi. 

Sonra doğruldum yatağımdan ve düşünmeye başladım. 

Geçmişime gittim… 

Ne zor günler geçirmiştim…

Ama bunların hepsi, yanlış seçimlerimin sonuçlarıydı.

Her şeye rağmen, bütün hatalarımı örterek; beni o zorlu günlerden feraha çıkarttın. 

Mutluluğu isteklerimin ardında sanmıştım. 

İsteklerim olunca her şeyin daha iyiye gideceğini düşünmüştüm. 

Yanılmışım…İsteklerim arttıkça, isteklerimin ardından gittikçe daha mutsuz oldum. 

Senden istediğim şeylere baktım. Hepsi de Senin gücünün, kudretinin yetebileceği şeylerdi. 

Senin gücün neye yetmez ki? 

Sen “Ol” deyince olduransın,

Sen kulunun lehine olansın,

Sen sonsuz kudretli ve merhametli olansın, 

“Peki ama neden vermiyor ki Rabbim?” diye düşünüyordum.

Ama anladım… Merhametindendi her şey…

Beni annemden, babamdan, ailemden, eşimden, çocuklarımdan, herkesten daha çok seven, daha çok lehime olan, daha çok merhamet eden, daha çok değer veren Sensin…

Benden beklediğin bir şey vardı mutlaka. 

Sen kulunla olaylar vasıtasıyla konuşursun. 

Ona ulaştığı veya ulaşamadığı sonuçlarla bir şeyler anlatırsın aslında. 

İşte ben de Seni anlamak için olaylara kulak vermek istedim. 

Bu dünyaya ait, ulaşmak istediğim tüm varlıklar ne kadar kalıcı ve ne kadar değerliydi ki, benim ruhumu daraltıp uykularımı kaçırmıştı?

Beni daha önce darlıktan bolluğa çıkaran, 

İkramlayan, 

Bana verdikleriyle, 

Verdiğinden çok daha kıymetli olan, 

Sendin Rabbim…

Esas önemli olan ulaşamadığım maddi şeyler değildi. 

Önemli, değerli ve kıymetli olan Sana yaklaşmaktı. 

Beni her daim ikramlayan Senin için, Sana yaklaşmak için uykularımın kaçmasıydı.  

Peki nasıl yaklaşır ki insan sevdiğine, değer verdiğine? 

Söylemek yeter mi sadece?

İnsan sevdiğini söyler ama gerçekten sevdiğini davranışları ile belli eder. 

Nasıl ki evlenen bir insan eşini sevdiğinden dolayı, sakınır gözünü başka insanlardan…

Nasıl ki bir anne evladını sevdiği için vazgeçer uykusundan…

Nasıl ki genç bir öğrenci o diplomaya veya mesleğine ulaşmak için vazgeçer gezip tozmaktan, sevdiği arkadaşlarından…

Aslında insan yaklaşmak istedikleri için uzaklaşır  isteklerinden…




Yaklaşmak istedikleri için, başka başka isteklerden uzaklaşmak….

Yaklaşmak için zıddından uzaklaşmak…

Rabbim ben de Sana yaklaşmak istiyorum. 

Verdiklerine şükürle beraber, bu gece Senin için, 

Sana olan sevgimi ispat için, 

Senin bende görmek istemediğin, 

Kuluna yakıştıramadığın nelerden vazgeçmeliyim? yolculuğuna çıkmaya karar verdim. 

Bende görmek istemediğin, yakıştıramadığın ne varsa…

Kalbimden söküp at RABBİM…

Vazgeçişlerimi kolaylaştır RABBİM…






Okumaya Devam Et

15 Mart 2025 Cumartesi

PENCERE ÖNÜ ÇİÇEĞİ

Yağmur diner dinmez kendini dışarı attı Sümeyra. Kafasını puslu gökyüzüne kaldırdı. Bir kaç saat önce yağmura fırtına eşlik etmişti. Her yeri kırıp dökmüş ama arkasında inanılmaz bir dinginlik bırakmıştı telafi etmek istercesine. Bazı insanlar fırtınaya ne kadarda benziyordu… Gökyüzü mavi gri arası bir tona bürünmüştü. Durdu ve ciğerlerine hava yerine toprak kokusu çekti ve düşünmeden edemedi insanoğlu ne kadar da nankördü. Oysa gören göz için ıslak toprak zeminde duran bir salyangozdaydı mucize. Soluduğumuz hava, gözümüzün gördüğü gökyüzü, sırtımızı dayadığımız ağaçlar ve ya yürürken sana yoldaş olan bir kedideydi mucize ama insanların çoğu göremedi. Bunu düşündükçe üzüldü…

Yürümeye devam etti yürüdükçe fırtınanın arkasında bıraktığı hasarı daha yakından görmeye başlamıştı: devrilen ağaçlar, kuru bir yer bulmaya çalışan hayvanlar, dükkanlarına giren suyu çıkartmaya çalışan ustalar, harap olan arabalar… Yetmezmiş gibi hava kararıyor ve insana bir hüzün hakim oluyordu. Öyle ki nereye baksa bir keder fotoğrafı görüyordu hiç umut yokmuşçasına. Üstelik hava giderek kararıyor, insanlar birer birer içlerine çekiliyor, kimse tutunacak bir dal, sığınacak bir merdiven altı bulamıyordu ama yılmadı yürümeye devam etti çünkü biliyordu tüm bu karanlığa inat aydınlık da vardı. Çünkü bu hayatta her şey çiftiyle yaratılmıştı: gece-gündüz, iyi-kötü, aydınlık-karanlık, kadın–erkek… Ve bu çiftlerdi eşsiz olan tekleri var eden…

Yürüyor, yürüyor, yürüyordu… Birden durdu, gözleri tek bir noktadaydı. Öyle ki gözünü kırpsa o görüntünün gitmesinden korkuyordu. Gece çökmeye bu kadar yaklaşmışken , karanlık adım adım hakim olmaya başlarken tüm bunlara inat oradaydı. Çölde su bulmuşçasına sevinçle gözlerini parlatan bir evdi, insana sıcacık kömür sobasının dibinde oyunlar oynadığı zamanları hatırlatıyordu. Aslında oldukça sıradan bir evdi, ah! pencerelerin önünde ki çiçekler olmasa… O çiçeklerdi sadece varlığıyla yüz güldüren, insanın gözbebeklerine ışık yerleştiren, iyiye dair ne varsa hatırlatan. İnsana iyi olmayı öğreten, hem faydalı hem güzel… 

İnsan bu hayatta neyi algılıyorsa zamanla ona benziyordu. Belki de bu yüzden o çiçeklerin tam karşısına bir tabure çekip oturmak istedi. Çünkü sadece görmek bile insanın içinde bahar bahçe uyandırıyordu. Sadece varlığı insanın içindeki umudu dürtüyordu. Düşünmeden edemedi insan nasıl çiçeklere benzerdi? Çünkü bazen bazı insanlar pencere önü çiçeği hissiyatı verirdi. O insanların o kadar güzel bir tebessümü olur ki bir ortama girdiğinde sanki o ortama güneş doğmuş gibi bir neşe gelir. Öyle iyi ihtiyaç görür ki yanında kendini güvende hissedersin. O kadar faydalıdırlar ki o faydadan pay alabilmek için etrafında haleler oluşturur insanlar. O kadar canlıdır ki o insanlar; bazı yerlere sırf o var diye gidilir, bazı yerlerden o yok diye dönülür. Öyle güzel bağ kurar ki onunla dertlenip ağlamayı, onsuz gülmeye yeğlersin.

O insanların ortak özelliklerini düşündüğünde tek bir noktaya varıyordu Sümeyra, hepsi ne kadar da albeniliydi… İnsan ne kadar canlı, tebessümlü, faydalı, samimi ve ihtiyaç görüyorsa o kadar çok ilişkilerinde albenili hale geliyordu ve birer pencere önü çiçeğine dönüyordu. Yüzünde bir tebessüm belirdi, aklında ise bazı insanlar. Bazen bazı insanlar bu hayatın pencere önü çiçeği ve iyi ki varlar… Önce gördüğü, sonra hayatında ki çiçeklere şükretti.

Sonra insanları düşündü;

Kimisi fırtına kimisi çiçek.

Hepsi içimizde hepsi seçenek.

Ve aslında tüm mesele ne olacağını seçmek.






Okumaya Devam Et

13 Mart 2025 Perşembe

BİR DENEYİMİM VAR

Okulların açılmasına birkaç gün kalmıştı. Kendi için değil kızı için heyecanlanıyordu Aslı. Kreşe başlayacaktı kızı fakat kendi çalıştığı üniversitesinin kreşiydi. Bu onu da heyecanlandırmıştı. Sanki kendi de okula yeni başlıyor gibi hissediyordu.

Artık evden beraber çıkacaklar, kızını okula bırakacak, iş çıkışı okuldan alıp eve döneceklerdi. Yeni bir düzenin getirdiği koşuşturmaya yetişebilmeleri için, iyi bir zaman yönetimine ihtiyaç vardı. Zaten Aslı’nın son yıllardaki yaşadığı en büyük problemler zamanı yönetememekten kaynaklanıyordu. İş hayatı yoğunlaşmış, iş dışı meşguliyetleri derken bir koşturmanın içerisinde, yaptığı şeylerin hakkını veremediğinin rahatsızlığını yaşıyordu. Şimdi daha da programlı olması gerekiyordu. Yeni okul, yeni başlangıçlara, yeni bir düzene vesile olur ümidiyle günlük programını yapmaya başlamıştı.

Zaman hızla akmış okulun ilk günü için yola çıkmışlardı bile. Okul yolu daha önce kullandıkları bir yoldu fakat sabah okul saatinde, mesai başlangıcında kullanmamıştı yolu. Tahmininden de uzun sürdü gidişleri. Okulun üç ana giriş kapısı vardı. A kapısından girmişti Aslı. Kampüsün içinde bile epey yol almaları gerekiyordu. Okula gelmişler kızını bırakıp işine doğru yola koyulmuştu tekrar. Yaptığı programa göre yarım saat geç kalmıştı işe. Demek ki biraz daha detaylı program yapması gerekiyordu. Bunu başka süreçlerde de deneyimliyordu. Kontrol dışında gelişebilecek şeyleri de öngörmesi gerekiyordu. Hayatında genelde olan bir süreçti, fakat ne kadar deneyim çıkarıp aktarabiliyordu? Yaşadığı problemler aslında çokta ders çıkarmadığının işaretiydi.

Akşam iş çıkışı kızını almaya gitti. En son saat beşe kadar okulda kalınabiliyordu. Öğretmenler bu saatten sonra ayrılıyorlardı. Riski kendine göre yüksekti. Geç kalmaması gerekiyordu. Yakın mesafe, yarım saatte yetişebilirim diye düşündü. Sabah yaşananlardan sonra tedbirli davranmaya çalışıyordu. Her sürecin başında çıraklık olur, olumsuz sonuçlar vardır, bunu biliyordu. On beş dakikalık yol, iş çıkışı yarım saate yeterli olurdu. Çok şükür okula erken gelmişti fakat daha önce okul içindeki yollarla ilgili deneyimi yoktu. Farklı farklı üç yolu vardı kreşe gidişin fakat Aslı henüz bunu bilmiyordu, deneyimlememişti. 

Kızını aldıktan sonra eve döndüler. Konsantrasyonu zaman yönetimindeydi. Ertesi gün bir önceki günün deneyimiyle daha erken yola çıktılar. Bu kısım tamamdı. Bir önceki gün yaşadıklarından bugün için deneyim transferi yapmış rahat rahat okula gitmişlerdi. Yeni bir deneyim kazanmıştı ve onu hayata geçirmenin mutluğunu yaşıyordu Aslı. Bir önceki günün gerginliği, tedirginliği, geç kaldığı sürecin mahcubiyetini yaşamamıştı. Yaşadığı deneyim basit görünse de bunun farkına varması, yaşadığı süreci deneyimselleştirip hayatında uygulaması fayda ve haz vermişti. Sonuçları çokta önemli gibi gözükmese de insanın neyin neye sebep olduğunu, o sebebin doğurduğu sonuçları irdelemesi, benzer sonuçları tekrar yaşamamak için deneyimini kullanması ne büyük konfordu. Kim bilir hayatında yaşayıp ders çıkarmadığı, deneyime dönüştürmediği, unuttuğu, tekrar tekrar yaşadığı neler vardı?

İnsanlar canını acıtan süreçlerde daha tedbirli olabiliyor. Ortağı tarafından dolandırılan insan bir sonraki ortaklığında bir önceki yaşadığı maddi manevi zorlukları tekrar yaşamak istemiyor. Kötü bir evlilik geçirip “Benim dilim yandı senin yanmasın kızım” diye nasihat edebiliyor. Bir mühendis her yaptığı yeni yapıda yeni yöntemler kullanmıyor. Deneyimlenen, olumlu sonuç alınan sistemleri kullanıyor. Bir doktor hastasını muayene ederken her defasında yeni bir tedavi içeriği önermiyor. Benzer vakalara benzer reçeteler yazıyor. Bir ev hanımı yemek yaparken test edilmiş, kıvamı, tadı yerinde tarifleri kullanıyor. Kek yapmada usta ise bir başkasına öğretirken en iyi sonucu veren tarifi öğretiyor, onu yapıyor. Ya da başkalarının deneyimlerini hayatına geçirebiliyor. 

Benzer sebepler benzer sonuçları doğurur. İnsanın yaşadığı her olay bir şey öğretmek için. O zaman insan kendine sormalı, "Ne kadar iyi bir öğrenciyim?"

Ayağına taş takıldığında o taşa dikkat eden evinin konforlu, arabasının, gittiği tatilin konforunu arayan insan, deneyimselleştirmenin konforunun ne kadar farkında acaba?

Öğrenebilen ve öğrendiklerini uygulayabilen, aktarabilenlerden olabilmek ümidiyle..

Aslı A kapısından giriş çıkış yolunu öğrenmişti...

Şimdi sıra B kapısındaydı:)

 



 

Okumaya Devam Et

11 Mart 2025 Salı

NE VAR Kİ BUNDA?








İnsanların birçoğu hayatı boyunca "Ama neden ben?" diye söylenir durur. Yaptıklarının kendisi ile alakalı olduğunu kabul etmekte zorlanır. Nesrin’de bu insanlardan biriydi. Öyle bir dönemdeydi ki artık nefes alamıyorum diye kriz geçirmiş, evde ki bütün eşyaları birbirine katmış, mutfakta ki tabakları kırıp dökmüştü. Yine de sorusuna bir cevap bulamıyordu.    "Ama neden ben?!!!" diye çığlık atmak da onu sakinleştirmiyordu. 

Onun istekleri de diğer insanlardan farklı değildi ki; o da mutlu olmak, gezmek, dolaşmak, rahat yaşamak istiyordu. O mekana da sırf bu nedenle gitmişti. Arkadaşları ile birbirine söz vermişlerdi. On sekiz yaşına girince kutlamayı bir bar da yapacak, eğleneceklerdi. Artık reşittiler. Özgürlüğün tadına varmalıyız dediler. Nesrin daha önce hiç böyle ortamlara gitmemiş, ortamdaki içecekleri tatmamıştı. Ama merak da etmiyor değildi hani. Nasıl bir yer? İnsanlar, nasıl eğleniyor acaba? Ali, bu konu da arkadaşlarına göre daha tecrübeli idi. Ballandıra ballandıra anlatıyordu; "Kızım bir kere geldik dünyaya. Gezip, tozmak, eğlenmek bizim de hakkımız."  Arkadaş gurubunda herkes bu konuda birbirini gazlardı. Ve beklenen o gün geldi. Doğum gününü kutlamak için Ali, bir mekanda yer ayarladı. Nesrin ortamı çok merak ediyordu ama biraz da tedirgindi. İçinden bir ses "Gitmesek mi acaba?" diyordu.  Tedirginliğini Zeynep’e söyleyince, "Kızım ödlek misin sen ya? Alt tarafı gidip bir şeyler içeceğiz, eğleneceğiz ne var ki bunda." dedi Zeynep. Nesrin de arkadaşlarına uydu.

Evet o gün başlamıştı aslında her şey. "Ne var ki bunda?" diye olayı basitleştirdiğinin kendisi de acı tecrübelerle anlamıştı. Her şeyin başlangıcı önemsemediği bu soru idi, ne var ki bunda? Ama henüz yaşadıklarının, yaptıklarından dolayı olduğunu kendi de kabul edemiyordu. Şu anki istemediği, isyan ettiği yaşantısının başlangıç noktası orasıydı. Bir kereden bir şey olmaz dediği yerde başlamıştı çöküşü. O karanlık, izbe, dumanlı, gürültülü yerde… Şimdi keşkeler fayda vermiyordu. Önce bir tadına bakayayım dedi. Acı da bir şeydi, hiç de hoş değildi ama ilk yudumu aldığında arkadaşlarının "Ooooo aramıza hoş geldin" demeleri de hoşuna gitmişti. Kendine o an için saçma sapan bir özgüven hissi geldi. "Bak ben de yapabiliyorum ne var ki bunda?" 

Sonraki günlerde başka başka ortamları da merak etti… Başka başka içeceklerle, başka başka insanlarla tanıştı… Her gelen bir şeyler götürdü Nesrin’den, her içtiği onu daha da bozdu. Şimdi yaşı otuzdu ama hayatındaki bütün hazlarını tüketmiş, hiçbir şeyden mutlu olamayan, krizler geçiren bir insana dönüşmüştü. Aslında kendi de memnun değildi, bu hayattan ama düzeltmek için her adım attığında kendini başladığı nokta da buluyordu. Nesrin basit bir soru gibi görünen bir cümleyi önemsemediğinden uçurumun kenarına yaklaşmıştı henüz on sekiz yaşındayken. 

Aslında insanların başlarına gelenler, yaşları ile alakalı değildir. İnsan gerçeği; doğruyu yanlışı bilir ama önemsemez, sakınmaz. Merakını yanlış yere yerleştirir. Ne var ki bunda? Bir kereden bir şey olmaz ki der. Oysa her başlangıç bir adımla başlar.  Adımlar bizi yaşayacağımız iyi ya da kötü olaylara yaklaştırır. Sonra da keşke o kişi ile tanışmasaydım, keşke gitmeseydim, keşke denemeseydim der. İnsan aslında "Ama neden ben?" sorusunun cevabını da bilir. Her şeyin kendi ile alakalı olduğunu anlar sadece itiraf edemez. Başkalarını suçlamak en kolay yoldur.

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; bu hayatta hiçbir şey başı boş yaratılmış değildir. İnsan toparlanmak istiyorsa hayatının sorumluluğunu eline almalıdır. Önce insan olduğunu, hata yaptığını kabul etmelidir. Toparlanmak için gerekli bedelleri ödemeye razı olmalıdır. İnsan bir günde bozulmadığı gibi, bir günde de toparlanamaz. Yönünü doğru olana çevirmeli; amaçlarını, hedeflerini ona göre belirlemelidir. Toparlanmak için; kararlı olmak, sabretmek, doğru bedelleri ödemek gerekir.

 



Okumaya Devam Et

8 Mart 2025 Cumartesi

MEYVELİ AĞAÇ MİSALİ

 

Sıra sıra dizilmiş ağaçlar; beyazın,   yeşilin, kahverenginin mükemmel uyumu; aşağı süzülen beyaz taç yapraklar… Manzara adeta kartpostaldan fırlamış gibiydi. Hafif ve ılık rüzgar beraberinde daha fazla taç yaprak ve çiçek kokusu getirdi. Uzaktan yanık bir ses yavaş yavaş yaklaşmaya başladı, yaklaştıkça da söylediği türkü daha da anlaşılır oldu,

Çiçekte harman olmaz, yar derde derman olmaz,

Darılmış güle bülbül gelip dalına konmaz,

Loy loy diloy loy loy…”


Hasan Bey, ağaçlarını ziyarete gelmişti yine. Her zamanki gibi keyifliydi, elini belinde bağlamış, yavaş adımlarla yürüyordu kayısı tarlasında. Durdu, bahçenin emektarlarından olan yaşlı ağacın yukarı dallarına baktı. Hasan Bey ilerlemiş yaşına rağmen dinçti, gözleri de keskin görürdü hala. “Yukarıdaki dallar kuruyor galiba, fazla çiçek vermemiş, yaz geçsin de budayalım.dedi alçak sesle. Sonra sesini yükseltip ağaca, “Ortak ikimiz de yaşlanıyoruz galiba. Ben de eskisi kadar hızlı yürüyemiyorum.” dedi gülerek. 


Hasan Beyyürümeye ara verip sırtını az önce baktığı yaşlı ağaca dayadı, çimlerin üzerine bağdaş kurdu. Severdi bu emektar ağaçları, aralarında yürümek terapi gibi gelirdi. Kim sevmezdi ki? Vefalılardı, bakımlarının hakkını verirlerdi. Hem öyle kayısı ağa deyip geçmemeli! Kışın dinlenme vakti bulurlardı sadece. Hasan Bey, bu güzel manzarayı sunan ağaçlarını izlemeye koyuldu.

İlkbahar gelince ağaçlar çiçek açıp güzelliklerine güzellik katardı. Hasan Bey’in çocukları, torunları, tanıdık tanımadık ziyaretçileri fotoğraf çektirmek için gelirdi tarlaya. Kendilerinin mesaisi başkaydı ama çiçekleri korumak için ilaçlama yapardı onlar. Arılar da dört gözle beklerdi ağaçların çiçek açmalarınıvızıldayarak gezinip dururlardı çiçekten çiçeğe. Karıncaları, kuşları ve minik böcekleri de unutmamalı!


Çağla zamanı geldi mi değmeyin çocukların keyfine! Çağlaları tuzlayıp yemeyi nasıl da severlerdi. Eriği ve şeftalileri de severlerdi diye tarlaya onlardan da serpiştirmişti Hasan Bey. Bu ağaçlara çıkmak çok eğlenceliydi çocuklar için. Ceplerine ve karınlarının önüne cep gibi yaptıkları kıyafetlerine ilkbaharda çağla, yazın olgun kayısıları doldururlardı. Küçük çocuklar aşağıda bekler, büyükler ağaca çıkardı; büyükler aşağı yemişlerle inince beraber afiyetle yerlerdi. Ama bir yöntemleri daha vardı, ulaşamadıkları yemişleri dedelerine çaktırmadan taşlamak! Eee meyveli ağaç olunca taşlanmaz mıydı? Taşlayınca, boyları yetişemeyip de dalı çekiştirince ya da ağaca çıkınca arada dallar da kırılırdı. Böyle olunca kızmazdı, görmezden gelirdi Hasan Bey.Meyveler dallarından indirilene kadar tepelerinde gezinir, rahat vermezlerdi bir türlü zavallı ağaçlara. Gerçi Hasan Bey’i de rahat bırakmazdı yaramazlar.

Yaz olunca işçilik faaliyetleri başlardı bu seferAğaçların her biri atlanmadan, teker teker ziyaret edilir, neredeyse her dalına temas edilirdi meyveler için. Meyvelerinin dökülmesi için biraz sarsmak gerekirdi tabiHummalı bir çalışmadan sonra kimisinin sofrasına tazesiyle, kimisinin kurusuyla misafir olurdu meyveler. Kimisinin de gelir kapısı olurdu bu ağaçlar. 

Evlere yakın ağaçların bazılarının altına masalar, sandalyeler konulursohbet ortamı oluşturulurdu.  Çocuklar için dallara salıncaklar kurulurdu. Tatil zamanı uzakta olan evlatlar, torunlar gelince edilen sohbetler bir başka olurdu. Özellikle uzakta olanlar Hasan Bey’i çok özler, tatilin gelmesini sabırla beklerdi. Tatil bitip de evlere gitme vakti gelince Hasan Bey’den aldıkları öğütlerlehayır dualarıyla ve tarlanın verdiği nimetlerle uğurlanırlardı.

Sonra sonbaharla birlikte ağaçlarının bakım vakitleri gelirdi.  Ağaçların toprağını havalandırmak, dallarını budamak gerekirdi. Verdiklerinin karşılında birazcık bakımı da hak etsinlerdi değil mi? Kesilen kuru dallar ya kışın bir sobaya odun olur ya da ekmek pişirmek için sacın altında kendini bulurdu. Sacda yapılan böreklerin tadı da közde pişen çayla harika bir ikili oluştururdu. 












Hasan Bey, daldığı manzaradan gözlerini ayırdı, yavaşça ayağa kalktı, başını tekrar kaldırdı: “Hadi bakalım evlatlar bu seneki maratonumuz da başladı. İyi verim bekliyorum sizden babanızı utandırmayın!” dedi, tam da o esnada beyaz bir taç yaprak alnının ortasına düştü. Gülümsedi, sanki: Evet. demişti altında oturduğu kayısı ağacı ona, kendisi ve bahçedeki diğer kayısılar adına İlerlemiş yaşına rağmen hala meyve vermeye devam ediyordu bu ağaç. Hasan Bey, ağacın gövdesine teşekkür eder manada dokundu sonra da elini beline bağlayıp türküsünü söyleye söyleye gözden kayboldu

Sahi iyi kimdi ya da neydi? 

Bize fayda veren miydi? 

Hayatımıza güzellik katan mıydı? 

Yoksa her ikisini birden yapan mıydı? 


Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; bir şey iyiyse hem fayda hem de keyif verir.  Meyveli ağaç misali güzelliğiyle keyif veren, taşlanıp hırpalansa bile meyve vermeye devam eden , kuruyup gitse de faydası devam eden olabilmekti iyi olmak. 


***

İyilerden olmak ve iyilerden kalabilmek dileğiyle…







Okumaya Devam Et