28 Eylül 2024 Cumartesi

KIŞA HAZIRLIK

Bütün gün koşturmanın verdiği yorgunlukla kendini koltuğa bırakmıştı. Eh kış geliyordu artık. Eylül ayı kışlıkların hazırlanma zamanıydı. Fatma da başladı hazırlıklara, pazar gününü domates konservesi hazırlamaya ayırdı. Kavanozlarını önceden hazırlamıştı. Sabah ailecek yaptıkları güzel kahvaltıdan sonra pazara gitti, iki kasa domates aldı. Tüm gün uğraşmıştı ama dizi dizi kavanozları görünce mutlu olmuştu, “Kışın ne güzel olacak, elimin altında hazır mis gibi domatesler!” diye içinden geçirdi. Tatlı bir yorgunlukla kendini koltuğa bıraktığında, kızı “Anneciğim diyerek elindeki fincanla yanına geldi.

Nasıl yani, annesine yorgunluk kahvesi mi yapmıştı?

Ne zaman büyümüştü ki minik kızı?

Daha dün gibiydi, küçücük ayaklarla evin içinde pıtır pıtır dolaştığı günler. Geçmişe gitti bir an... Çocukları büyütmek ne zordu, ama bir o kadar da güzeldi. Bu zorluk muydu bu kadar güzel yapan? Kolay olsa yine bu kadar güzel olur muydu acaba? Çocuklarla birlikte tam bir aile olduğunu hissetti. Eşiyle bir olmuş, çocukları büyütmek için birlikte emek vermişlerdi. Ah o hasta olduğu zamanlarda sabaha kadar başında bekledikleri zamanlar... Onların mutluluğu ile mutlu olmak... Bu düşünceler aklından geçerken kızının onun için yaptığı kahveden keyifle bir yudum aldı, nasıl da lezzetliydi anne için yapılan yorgunluk kahvesi.

Telefonu eline aldı ve fotoğraflara daldı. Çok severdi fotoğraflara bakmayı, güzel günleri hatırlamayı. Sosyal medyaya yüklediği fotoğraflara bakarken, bir film şeridi gibi gözünün önünden geçti yaşadıkları. Tam o sırada karşısına bir fotoğraf çıktı ve o an zaman onun için durdu sanki. Ah nasıl bir şeydi bu? Kalbinin ezildiğini, göğsünün daraldığını hissetti bir an… Depremde duvarı yıkılan bir evin fotoğrafıydı bu. Duvara asılı kalan birkaç bölme raf ve üzerinde duran domates konserveleri, sıra sıra kavanozlar… Rafta hala öylece sağlam duranlar, yere düşenler… Bu fotoğraf karesi aldı götürdü onu, binlerce düşünce üşüşmeye başladı zihnine, tokat yemiş gibiydi. Hem de ani ve sert bir tokat!

O kadın da yapmıştı kışlık hazırlığını, dizmişti kavanozları raflara, başına ne geleceğini bilmeden. Lezzetli, keyifli yemeklere katık olması için hazırlanmıştı o kavanozlar. Ve bir deprem, yıkılan evler, sönen ocaklar, dağılan mutfaklar…

Gerçek değişmiyordu oysa. Doğan her canlının öleceği gerçeğini hepimiz bilirken, üstelik bu ölümün her an olabileceğini, yanı başımızda olduğunu bilirken, ne kadar hazırlık yapıyorduk ölüme… Yoksa ölmeyecek gibi, o kaçınılmaz son bize çok uzakmış gibi mi yaşıyorduk? Evet, o kadın da yapmıştı kışlık hazırlığını, mutlu akşam yemeklerini, eşine çocuklarına yapacağı lezzetli yemekleri hayal ederek belki de… Oysa şimdi rafta hala duran kavanozlar kalmıştı geriye…

İnsanoğlu gerçeği bilir. Görür ve duyar üstelik bunun gibi nice öyküler, fotoğraflar… Ama kaldığı yerden devam eder aynı şekilde yaşamaya. Fatma gördüğü bir fotoğraf ile yediği tokatın etkisindeydi hala. Gerçeği yüzüne çarpmıştı gördüğü bir kare fotoğraf. Bunca koşturmaca, yorgunluk, yapılan hazırlıklar, yetişilmeye çalışılanlar, asıl amacımdan uzaklaştırıyor mu beni? diye düşündü. Öyle ya dünyaya geliş amacı vardı insanın ve bu amaç dünya telaşı ile oradan oraya koşturmak olmamalıydı. Asıl amacını hatırla!” dedi kendine. Bu dünyanın telaşı hiç bitmiyordu, bitmeyecekti çünkü.  Asıl amacını hatırla ve hedeflerini doğru belirle!

Sahip olduklarını kendisine verene şükretti. Eşi, çocukları, huzurlu yuvası, sevdikleri, tüm sahip oldukları… Saymakla bitmezdi aslında, ne çok şükredecek şeyi vardı. Ama yeterince şükrediyor muyum?” dedi kendi kendine. Daha fazla şükretmeye ve asıl amacını unutmadan, asıl amacına daha fazla hazırlık yapmaya karar verdi. Onun için artık tüm zamanlar Eylül olmalıydı…

Kahvesinden keyifle son yudumunu aldı, o fotoğraf karesini karşısına çıkaran; gerçeği kendisine bir kez daha hatırlatan RABbine şükrederek…





Okumaya Devam Et

26 Eylül 2024 Perşembe

GERÇEĞİ NE BUNUN?

"Eyvah! Böyle bir şey nasıl olabilir? Nasıl bıraktım elimden? O kadar güzellerdi ki…"

Nikahına bir hafta kala onlarca çiçekçi gezmiş ve en beğendiği çiçeği sipariş etmişti. Detaylı anlattı siparişi verirken. Kurdelesinin renginden bağlanma şekline kadar her ayrıntı önemliydi. Bu mevsimde çok zor bulunan, herkesin çok dikkatini çekecek, masmavi güller seçmişti Elif el çiçeği olarak. Salona girmelerine birkaç dakika kala yurtdışından gelen arkadaşı gelin odasına gelince kucaklaşmak için çiçeği elinden bırakmıştı. Nereden bilebilirdi ki kardeşi farkında olmadan üzerine oturacaktı…Olayı fark ettiklerinde çiçekler çoktan ezilmişti. Az sonra nikah merasimi başlayacaktı ama Elif’in elinde herkesin çok beğeneceği güzel çiçekleri olmayacaktı. Ne büyük şanssızlık…

Hayatı boyunca unutmayacağı o anı düşünürken müstakbel eşi Mustafa “Olsun canım, çiçek olmadan da evlenebiliriz. Nikah için böyle bir şart yok.” diyerek yine rahatlatmayı başarmıştı. Elif o anki duygularını ve içinden geçen “Ama her gelinin çiçeği olur.” fısıltılarını bir kenara bırakıp, gerçekte olması gereken neydi, diye düşünmeye başladı…

Gerçekten her gelinin elinde bir çiçek olmalı mıydı?

Çiçek olmadan nikah eksik mi kalırdı?

Bir genç kızın mutlu bir gelin olmak için olmazsa olmaz denilen herhangi bir şeye ihtiyacı var mıydı?

İnsan hayatında birçok konuda olmasa da olur şeyleri şart koşuyor. Ya da herkesin yaptığını kendisinin de mutlaka yapması gerektiğini düşünebiliyor. Gerçekten herkes yaptığı için doğru olabilir mi tüm bu gereklilikler?

Örneğin, kahvaltı yapmadan evden çıkamaz mıyız ki annelerimiz bu kadar ısrar eder?

Öğle yemeği yemeyince bitkin mi düşeriz?

Deniz olmadan tatil olmaz mı?

İnsanın dinlenebilmesi ekonomisine mi bağlı?

Fark ettiniz mi, birileri bu şekilde yapıyor diye bizim de hiç düşünmeden yaptığımız bir sürü şey var…

Hiç düşünmeden yaptığımız alışverişler…

Bir şeyleri herkes gibi yapmak uğruna üstlendiğimiz yükler…

Peki öyleyse,

Bir iş yaparken, bir karar verirken insan neyi referans almalıydı?

Onu hep kâr ettirecek kararı nasıl anlayabilirdi?

En az maliyetle en verimli sonuca ulaşmanın yolu neydi?

Sadece kendisine değil, çevresine de fayda sağlayacak kararlar nasıl olmalıydı?

Sadece bugün değil, yıllar sonra da arkasında duracağı kararları nasıl bilecekti?

Üstünde düşündükçe işlerin kalıcı ve geçici ayrımını yapmaya başlamıştı.

Geçici olan şeyler nasıl gerçek olabilirdi?

Ama insan işlerini gerçeğine göre değil, etraftan gördüğüne göre yapmayı alışkanlık edinmişti. Oysa; havanın, suyun, toprağın bir gerçeği olduğu gibi; evliliğin, çocuk yetiştirmenin, kariyer yapmanın da bir gerçeği vardı. Bu gerçeklik ise elinde tuttuğun bir gelin çiçeğinden, yiyemeyeceğin maketten bir düğün pastasından, havai fişeklerden çok öteydi. İnsan nasıl ki toprağın, bitkinin gerçeğini bilmeden ondan verim alamıyorsa, evliliğin gerçeğini bilmeden mutlu evlilik beklememeliydi. Bu gerçekliğin içinde tıpkı eşinin dediği gibi, el çiçeği yoktu. Anlayış, iyi bir ilişki, ihtiyaç görme, ortak hedefler, çiçekten çok daha önemliydi…




Okumaya Devam Et

24 Eylül 2024 Salı

BOYKOT NE DEĞİLDİR?

Boykot, ilişki bağlarımızı kesmek istediğimiz, düşmanlık yaptığından emin olduğumuz bir topluluğun ürettiği ürünleri satın alıp yakmak, atmak, dökmek değildir.

Boykot bilinçsiz bir öfke değildir… Aksine bilinci açık, ne yaptığını bilen, strateji üretebilen, düşmanına karşı doğru konum almış bir aklın ve duygunun sahibi olan insanların yapabileceği bir eylemdir.

Boykot, bir ırk düşmanlığı değildir. Sorun insan veya topluluk değildir; sorun o insanın veya topluluğun amacındaki kötülük, davranış seçimlerindeki zarardır.

Boykot, zorbalık yapan bir grubun azgın isteklerine, şımarıklığına, kötülükte had geçmesine ket vurmaktır.

Boykot, diğer insanları zorla uymaya zorlayabileceğimiz bir eylem de değildir.

Boykot da bir seçimdir. Ve her insan kendi öyküsünde ilmi kadar, şahitliği kadar, idraki kadar seçimlerinden sorumludur. Ve tabi ki her seçimin nihayetinde bir sonucu vardır. İyi ile kötü, daha iyi ile daha kötü, kararsız ile net, cahil ile alim, düşünen ile ezberci bir değildir; sonuçları da aynı olmayacaktır.

Peki, Boykot Nedir?

Zulmü yapan zalimin beslendiği can damarlarına baskı uygulamaktır. Bu damarların besin kaynakları kesilirse zorba yavaş yavaş zayıflar ve güç kaybeder. Sürekli güç kaybeden her yapılanma gibi onun da bir süre sonra enerjisi tükenir, sağlığını kaybeder, hasta düşer. Ve zorbalığından vazgeçmek zorunda kalacağı bir konuma düşer.

Başkalarının yaşam hakkını, evini, ülkesini, ailesini gasp eden, hırsızlık yapan, tecavüz eden, ölmüş bedenlere bile saygısızlık eden, organlarını çalan, bebekleri ve çocukları öldürmekten çekinmeyen bir toplulukla savaşma konusunda boykot, şahit olan, anlayan, idrak eden, vicdanı uyanık olan her birey veya topluluk tarafından akıllara düşen yavaş, küçük ama süreklilik sağlanırsa etkili bir yöntemdir.

Onların şah damarını kesmeye henüz gücümüz yetmiyor!

Biz de gücümüzün yettiği yere odaklanırız!

Çözümsüz değiliz!

Boykot, en büyük düşmanın kılcal damarlarına zarar veren,

Uygulayıcısına netlik, şeref ve güç katan,

Masuma ümit veren, yalnız olmadığını hissettiren,

Küçük ancak biriktiği zaman büyük yerlere varabilen etkili bir savaş stratejisidir!

Neden Boykot Etmeliyiz?

Kötüler kötülüklerini açıkça ve aşırı yapmaya başladılarsa, iyiler iyilikte aciz ve yetersiz durumdadır demektir…

İyiler yeniden sorumluluk almalı çünkü…

İyi olmak isteyenler ayağa kalkmalı çünkü…

Çünkü sana ihtiyaç var,

Çünkü biz duyarsız değiliz, zorbanın yaptığı zararı ve çirkinliği görüyoruz, duyuyoruz ve hissediyoruz!

Çünkü İsrail ve onun dostları yer yüzünü kötülüğe sevk ettiler ve bunda hadlerini geçtiler…

Çünkü biraz uzaktalar diye onların yaptıklarından gözümüzü çekemeyiz, görmezden gelemeyiz.

Çünkü iyiliği ayağa kaldırmak için bir pay almalıyız!

Çünkü sen YARATICININ yönetici sıfatıyla yer yüzüne gönderdiği en yüksek değersin…

Bazen güç kaybedebilirsin ama ayağa kalmaya niyet ettiğinde desteklenirsin…

Çünkü sen burada kan döküp bozgunculuk yapanlardan değilsin…

Seyirci olmak için de gönderilmedin…

Çünkü biz eğer boykotu küçük görmez ve vazgeçmez isek… daha büyük işler yapmayı da hak edebiliriz.

Çünkü bugün yapabildiklerimizi yaparsak, yarın yapmayı hayal ettiklerimiz için yeterli olmayı hak edebiliriz.

Çünkü zalimin yaptıklarına karşı sessiz ve duyarsız kalırsak kötülüğe onay verenlerden olmuş oluruz.

Çünkü bir damla suyun Nemrut’un kötülüğünü söndürdüğünü biliyoruz. Çünkü o damlanın da Nemrut’un da sahibini tanıyoruz.

Çünkü nice azların nice çoklara üstün geldiğini duyduk ve emin olduk…

Çünkü nice az olan doğru, nice çok olan yanlıştan üstündür, şahidiz…

Boykot ediyoruz!

Onların Mallarını,

ticaretlerini,

kötülüklerini,

zulümlerini,

boykot ediyoruz!

Nasıl Boykot Edebiliriz?

Boykot için hassas bir irdeleme, doğru bir seçim ve sakınmada netlik gerekiyor…

Boykot etmek istediğimiz ürünlerin çoğu, birçoğumuz için, kullanmadığımız veya az kullandığımız ürünler değildir. Aksine özellikle gıda, içecek, temizlik, ilaç ve kırtasiye konularında hayatımıza nüfus etmiş, alışkanlık olmuş hatta bazıları bağımlılık boyutuna gelmiş, vazgeçemediğimiz ürünlerdir. Bu sebeple boykota karar vermek ve uygulamak zordur. Bizi motive edebilecek üst sebepler olması gerekir ki zorluğuna rağmen bu mücadeleye cesaret edebilelim.

Peki neden boykot etmek konusunda geri dururuz?  
Nedir bizi kaygılandıran şey?

1-Tat Eksikliğinin Özlemini Sürekli Yaşayacağını Zannetmek

Tüketiciler için belirli bir süreden sonra yediği, içtiği ürünler, sürekli kullanıldığında, beğendiği bir tada dönüşmeye başlar. Kişi bu tadı “Güzel” olarak kodlar. Ve benzer ürünü farklı bir elden tükettiğinde yeni tadı yabancılar ve alışık olduğuna geri dönmek ister. Ancak adaletli olmamız gerekiyor; tabi ki uzun zamandır tükettiğimiz bir şeye verdiğimiz beğeni puanıyla, ilk defa tüketeceğimiz ürün, kısa vadede birbirine denk olamaz. İçerikte kullanılan malzemeler benzer olsa da kıvam miktarları farklı olabileceği için detayda tat farklılıklarının olması olası bir sonuçtur.

Ve bundan önce,

“Güzel” olarak tanımladığımız ürünün de yabancısıydık. Ondan lezzet almayı öğrendik. Alışkanlıklarımızın değişebilmesi ve yeni tatların beğendiğimiz seviyelere gelebilmesi için zamana, netliğe ve sürekliliğe ihtiyacımız var.

Bize düşen,

-Somut bir tüketimden neden vazgeçtiğimizi hatırda tutmak,

-Daha üst seviyede kazançlar için detayda somut kayıplar verebilmeyi göze alabilmektir.

2-Ekonomik Kaygılar

Tüketici alışkanlıklarından dolayı işletmeler çoğu zaman onların beğenilerine göre konum alır. Tedariğini, en çok ve sık tüketilen ürünlere göre yapar. Popüler olmuş ürünlerin satışından vazgeçebilmek de cesaret ister. İşletmeler eğer piyasaya hakim olmuş bu ürünleri kaldırırlarsa müşteri kaybedeceklerini düşünürler. Müşteri kaybı, gelir kaybı demektir. Bu sebeple boykota girmeye çekinirler. Oysa gerçekte müşteriler yok olmaz, sadece farklılaşırlar. O ürünlerin alıcısı olan kitle gider, yerine alternatif ürünleri tercih eden müşteri kitlesi gelir. Yani sadece bir yer değiştirme olur. İşletmeler, bu yer değişikliğinden kaynaklı, azalan müşterilere bakar ve bunun sürekli olacağını zanneder. Bu yüzden daha fazla kayıp yaşamamak için boykotu kırıp geriye dönebilirler. Ancak bu bir geçiş dönemidir. Bizler o ürünleri dükkanlarımızdan kaldırırken, o ürünleri ısrarla isteyenleri de kendimizden uzaklaştırmış oluruz. Masuma zorbalık yapanları, soykırım suçu işleyenleri destekleyen firmaları beslemekte ısrar eden bir müşteri kitlesini de kendimize yakıştırmayız. Aslında bizler boykot ile aynı tarafta durduğumuz, aynı yöne baktığımız müşterileri hak ederiz. Tabi ki bu dönüşümün bir bedeli vardır. O yüzden geçiş döneminde niyetimizde kararlı ve net olmalıyız. Anlık kayıplara veya geçici olarak tercih edilmemenin verdiği baskılara sabretmeliyiz.

3-Alternatif Bulamamak / Alternatifleri yetersiz bulmak

Boykot ürünlerini uzun süreden beri kullanıyor olabiliriz. Kalitesini beğeniyor olabilir yerine alternatif bulamadığımız için bırakmak istemiyor olabiliriz. Seçeneksiz kalacağımızı düşünmek bizi boykottan alıkoyuyor olabilir. Oysa, her sonucun gerçekleşmesi için önce bir seçim yapmış olmamız gerekir. Yani bizi tatmin edebilecek alternatif ürünlerle karşılaşmayı hak etmek için önce zıddından net bir şekilde vazgeçmiş olmamız gerekir. Hayat aynı anda iki zıt yönü bize vermez. Ürünleri kaliteli bile olsa ancak zalimlere sırtımızı döndüğümüzde, yüzümüzü de doğruya ve gerçeğe dönmüş oluruz. Ve bu sayede yüzümüzü döndüğümüz yerin imkanlarıyla karşılaşma hakkını hak etmeye başlarız. Sadece bir süreliğine netliğimiz sınanır. Bu evrede baskı yiyebilir geçici bir süre seçeneksiz kalabiliriz. İşte burada amacımızdan şüpheye düşmememiz, netliğimizden taviz vermememiz düğümü çözer. Ve bir süre sonra da seçeneksiz olmadığımızı görebileceğimiz süreçleri deneyimleriz.

4-Karşılıksız kalacağını zannetmek

Bazen çoğunluğun karşısında azınlık bir durumda kaldığımızda başarısız olacağımızı düşünebiliriz. Çoğunluğun üstün geleceğini, azınlığın yapıp ettiklerinin bir şeyleri değiştirmeyeceğini zannedebiliriz. Oysa hayatta sayıca çok olan değil, gerçeğin ve doğrunun yanında yer alan üstün gelir; sayıları az bile olsa… Yaptığımızın doğru olduğundan eminsek, yanlışın karşısında olduğumuzdan şüphemiz yoksa… O zaman kaybetmemiz de mümkün değildir.

5- Kınayıcıların kınaması

Satışlarını kestiğimiz boykot ürünlerinden dolayı bazı müşteriler bizi eleştirebilir, alay edebilir, bu yaptığımızı gereksiz bulabilir. Bu kadar büyük bir suça karşı insanların payına duyarsızlığın düşmesi ayrıca üzücü bir durumdur. Bu dehşetli kötülüğü hissedemeyenler ile bu kötülüğü durdurmak için gücü ölçüsünde sebepler ortaya koyanlar aynı yönde, aynı yerde değildir.

Bu öykünün rolleri vardı ve herkes kendine bir rol seçti. Bizim rolümüze mazluma destek olmak düştü. Kimilerine ilgisizlik… Kimine de boykota engel olmak… Onlar rolünün gereğini yapıyor…

Biz de…

Çözüm Nedir?

1-Tüketim alışkanlıklarımızı lehimize olacak şekilde değiştirmek

Yerli ve milli ürünlere yönelmek bir çözüm olabilir ancak bundan daha iyisi bedensel gücümüz için değerli ve güçlü besinler ve içecekleri tüketmektir. Asitli bir içeceği tercih etmek yerine içerisinde ne olduğunu bildiğimiz, koruyucu ve katkı maddesi olmayan ürünleri hayatımıza alabiliriz.

Boykot seçeneksizlik getirmez. Aksine seçenekleri görmemizi kolaylaştırır. Çünkü bundan önce hiç düşünmeden hayatımıza aldığımız tüketim alışkanlıklarımızı tekrar düşünmemize neden olur. Bunu fırsata çevirmek bizim elimizde, tekrar düşünürken zararlı olan tüketimlerimizi zararlı alternatiflerle değiştirmek yerine faydalı olanlarla değiştirebiliriz.  

2- Netlik ve Süreklilik

Zalimin zulmü normalleşse de herkes tarafından kanıksansa da zulüm zulümdür. Devam ettiği sürece yanlıştır, zararlıdır, zorbalıktır. Kimse artık o zulmü dile getirmese de gündem edilmese de zulüm zulümdür. Hatta böylesi daha acıdır. O nedenle boykot bir süre değil sürekli yapılır.

İnsanın hamlesine süreklilik getirebilmesi için motivasyonunu kaybetmemeye ihtiyacı vardır. Yani popüler kültür, anlık acı bizi boykot için motive edebilir. Ancak konunun gündemden düşmesiyle motivasyonumuz da düşerse hamlemize devam edemeyiz.

O nedenledir ki yazımızın başında bir insan neden boykot eder, detaylıca açıklandı. Çünkü detayda sebepleri olan insanlar, motivasyonlarını koruyabilirler.

Boykot bir yaşam stili değişikliği getirdiği için bu motivasyona ihtiyaç duyarız. Çünkü sevdiğimiz şeylerden vazgeçerken o motivasyon bize güç verir.

İstedikleri sonuç için net davrananlar, sebeplerini iyi bilenlerdir.

 

 

 


 

 

Okumaya Devam Et

21 Eylül 2024 Cumartesi

İYİLİKLER İYİLERİNDİR

"Her iyi kendi doğasına uygun iyilik yapar, tüm canlı ve cansızlar da.  Bizden beklenen de bu zaten. İyilikler iyilerindir…"

Alışverişe giderken bir panoda okudu bu yazıyı Aynur. Her zaman olduğu gibi çocukların alışverişi kendisine kalmıştı. Osman’ın yine işi vardı. Arkadaşı annesinin yanına köye gideceği için Osman arabası ile onları götürecekti.

"İyi adam Osman." derlerdi tanıdıklar. Peki kime göre, neye göre?

“Sen halledersin Aynur” demişti. “Evdeki tüm yapılması gereken her şeyi hallettiğim gibi bunu da yapabilirim. diye düşündü Aynur. Çocukluğundan beri tanıyordu Osman’ı, aynı mahallede büyümüşlerdi. Herkes için Osman iyiydi, "İyi çocuk Osman, Osman iyidir." Babası “Osman’dan iyi damat mı bulacağız?deyip istemeye geldikleri gibi vermişti. Ne de olsa mahalle kahvesinden tanıyordu.

Aynur da isteme, düğün dernek derken hiç üzmemişti onları. Ne aldı iseler razı oldu, onu yapamayız dediklerinde olmasa da olur diyerek, vazgeçmişti. Annesi aman kızım, iyi insanlar üzülmesinler, tatsızlık olmasın, demişti hep. Aynur da üzmedi ama üzülmüştü hep. 

İyiler insanı üzer miydi?

İkizler doğduğunda çok sevinmişti, çok şükretmişti. Bir kızı bir oğlu olmuştu. İsimlerinin koyulacağı zaman, Osman annem gücenir diyerek, annesinin istediği isimleri koymuştu. Aynur; “Tamam ben de Ayşe ismini seviyorum ama Zeynep olsun çok isterim diyebilmişti sadece. Sonrası Ayşe ile Ali olmuştu artık hayatı. Osman çok çalışıyor, yorgun eve geliyor diye çocuklar ile hep Aynur ilgilenir olmuştu. Aslında hafta sonu boş olsa da Osman; "Yeterince yoruluyorum dinlenmem lazım çocuklarla uğraşamam." der, arkadaşları ile takılırdı. Çok arkadaş canlısı idi çok...

Çocuklar büyüdükçe istek ve ihtiyaçları da büyümeye başladı. Aynur önceden tek başına her şeylere yetişebilirken artık yetişememeye başladı. Ev işleri, çocuklar, Osman’ın istekleri, kayınvalidesi, annesi o kadar çok yere yetişmeye çalışırken kendisi de çok yoruluyordu. Anaokuluna başladıklarında Osman ile beraber kayıt yaptırmış, sonrasında ise Osman’ı ara ki bulasın durumuna gelmişti. Neyse bir şekilde o dönem geçmişti ama birinci sınıfa geçtiklerinde işler biraz zorlaştı. Yardıma ihtiyacı vardı Aynur’un. Ali mahallelerindeki okula gidecekti, ama Ayşe için durum değişmişti. Motor becerisi daha tam gelişmediğinden uzman eğitmen tavsiyesi üzere özel bir destek alması gerekiyordu. 

Aynur ne yapacağını bilemiyordu, hem bu duruma üzülüyor hem de etrafından destek bekliyordu. Okullar başladığı gibi kırtasiye listesi velilerin elindeydi. Ayşe’den sebep ekstra kırtasiye malzemesi alınacaktı. Onlar da evlerine yakın olmayan bir semtte idi. Ertesi gün iş çıkışı Osman ile halledeceklerdi. Osman öğlen gibi Aynur’u arayıp arkadaşını köye götüreceğini, kendisine de değişiklik olur diye söylemiş, bir de iki gün kalacağı için birkaç eşya hazırlamasını istemişti. Aynur itiraz etse de ayıp olur söz verdim diyerek telefonu kapatmıştı.

Peki Aynur’a verilen sözler, kime ayıp oluyordu!

Her zamanki gibi Aynur yine, iş başa diyerek yapmıştı alışverişini. Akşam çayını yudumlarken, bir yandan çocukların dolaplarına kitap ve defterleri yerleştiriyordu. Arkadaşının dedikleri de kafasının içinde dönüp duruyordu. 

”Aynur, kendin için ne yapıyorsun? Kendine vakit ayırabiliyor musun?” 

Ne demekti ki bu? Niye böyle bir şey söyledi şimdi?

"Uff kafam karıştı, bu yaptığım işler kendimin değil mi!" diye kendi kendine yüksek sesle konuştu. "Bak, Osman köye varınca aradı, çocukların alışverişini yaptım mı diye de sordu. Ne kadar ilgili baba!" diye düşünse de kendini ikna edememişti. 

Arkadaşı bir seminerden bahsedip duruyordu. O da istiyordu eğitime, kurslara gitmek ama çocuklar ufakken nasıl olacaktı. Okula başlasın öyle derdi. Peki şimdi nasıl olacaktı? Çocuklar büyüdükçe problemlerinin, işlerinin de büyüdüğünü fark etti. Okul alışverişi, servisi, Ayşe'nin özel öğretmeni derken hepsini bir düzene koydu Aynur. Çocukların okulda olduğu saatlerde arkadaşının seminerine katıldı. Akşam eve geldiğinde Osman günün nasıl geçti diye sormuştu. Gerçi Aynur tam anlatacakken gelen telefon yüzünden yarım kaldı konuşması. Arkadaşı aramıştı Osman’ı, kahvede dördüncü lazım diye!

Çok ilgili koca Osman!

Halbuki Aynur çok şeyler anlatacaktı ona. Aldığımız her bilginin anlaşılır olması gerekirmiş, epistemoloji varmış kavramların gerçek anlamını veren. Akıl ne demek? Duygu ne demek? İyi ne demek? Kötü ne demek? Kafası karışmıştı, etrafındaki insanları düşünmüştü. Osman, eş olarak Osman, evlat olarak Osman, baba olarak Osman, arkadaş olarak Osman, iyi Osman...

Kim iyi? Neye göre? Kime göre?

Arkadaşı ısrarla bu seminerler insana iyi gelir demişti ama niye kötü hissediyordu? Hafta sonu olmasına rağmen canı ne yataktan kalkmak, ne de kahvaltı hazırlamak istiyordu. Çocuklar uyanmış, yatakta zıplarken uyandı Osman. Bu duruma pek de anlam veremeden biraz sitemkâr kalktı yataktan. Hayatında ilk defa çocuklara kahvaltı hazırlıyordu ve bunu biraz sinirli, biraz sakarca söylenerek yapıyordu.

Aynur bir kez daha düşündü. “İyi ne demekti? Kötü ne demekti?” İçindeki yüzleşme canını yaktı. O kadar canı yansa da saçma bir şekilde kendini iyi hissediyordu. Derin bir uykudan uyanmış gibiydi. "Hiçbir zaman geç değildir, iyi olmak için ve iyi hissetmek için!" diyerek yataktan fırladı. Telefonu aldığı gibi İlknur’u aradı. “Arkadaşım bir sonraki seminere kaydımı yapar mısın?" Ve bu cümle ile Aynur'un dönüşüm yolculuğu başladı... Bu yolculuk ona iyi gelecekti...






Okumaya Devam Et

19 Eylül 2024 Perşembe

KİM KİMDİR SERÜVENİ

İnsanlar ne kadar farklı değil mi? 

Ten rengi, coğrafyası, saç şekilleri, gözleri… 

Ne kadar zengin bir çeşitlilik var… 

Somutta böyle olduğu gibi soyutta da böyle, 

Düşünce tarzları, hayatı algılamaları, aktarımları, gittikleri yönler, istekleri; bunlar da çeşitli… 

Nasıl ki ten renkleri çeşitli olsa da bunları biz ayrıştırabiliyor bir gruba dahil edebiliyoruz,

Beyaz tenli, buğday tenli, bronz tenli, siyahi… 

Nasıl ki göz renklerinin farkını anlayabiliyoruz, 

Kahverengi, gri, yeşil, mavi… 

Nasıl ki saçların yapısını sayabiliyoruz, 

Kıvırcık, düz, dalgalı… 

Soyut olan farklılıklarını ayrıştırmanın ve anlamanın da bir yolu var. 

Nörolojik tarzları neler? 

Hangi insan hangi kanaldan daha çok algılıyor? 

Dolayısıyla nasıl aktarıyor, neden öyle aktarıyor? 

Eksikleri, kendine katması gereken yönler neler?

Hangi konularda iyi, marifetli? 

Hakikaten bunları da fiziksel farklılıkları gibi ayrıştırabilmenin de bir yolu var:)

İnsan bunları ayrıştırdığı zaman farklılıkları anlamlandırmış olur. Zihninde birden “Haaaa demek ondan böyleymiş... gibi bir cümle yankılanmaya başlar, rahatlar.

Bu insanın kendisini de diğer insanları anlama için de geçerli.

Rahatlama hissinden sonra yeni yeni sorular zihnini kurcalamaya başlar. “E o zaman nasıl olacak? Ne yapacağım bu insanla iletişim kurabilmek, ilişkimi yönetebilmek için?

Hiç endişelenme der Deneyimsel Tasarım Öğretisi, soru varsa cevap var :)  Sorular da cevaplar da bol bol… 

Ama önce ilk adımı atalım değil mi?

Önce bir kalibre edelim farklılıkları…

Önce bir anlayalım sebepleri, zihnimiz rahatlasın ki ilişki denizine rahat rahat yelken açalım.

İnsan farkı fark etmezse sorunlar içinde boğulur durur… 

İnsan farkı kabul etmezse iletişimini ilişkisini nasıl yönetir?

İlk aşama; karşımdaki kim ve ben kimim? 

İlk ve öyle önemli ki buradan başlıyor serüven…

Bu serüven için yanımıza biraz gerçeğe olan merak, biraz harekete geçme, biraz da öğrenmeye açlık aldıysak, haydi bakalım Kim Kimdir?

 




Okumaya Devam Et

17 Eylül 2024 Salı

EVETÇİ BEN:)


Evvet...

Sorulara karşılık olarak kullanılan, öyledir anlamında, doğrulama ya da onama bildiren bir sözcük. “Evet” cümleyi pekiştirmek içinde kullanılan, kendi düşüncesi olmayan "Ben de katılıyorum evet, evet ondan" dediğimiz. Bazen de dalkavukluk, evet efendimci olmak da olsa, insanların hayatında birçok kelimeden fazla kullandığı bir sözcük. Dört harften oluşan, bir çok duygunun özetiAslında önemli anların tanığı…

-Benimle evlenir misin?

-Evet, evet, evet… 

Çok güçlü çıkan evetler, sevinç, mutluluk yüklü.

-Emin misin kızım boşayacak mısın bu adamı?

-Evet... 

Sessiz, üzgün, pişmanlık içeren…

Aynı cevap, iki farklı duyguyla yüklenen.

-Anne dondurma alabilir miyim?

-Evet çocuğum…

-Hatun akşam yemekte bir karnıyarık yapar mısın?

-Evet canım yeter ki sen iste…

-Abla ya bu hafta sonu hanımla şehir dışına kaçalım diyorum, çocuklara bakar mısın?

-Evet kardeşim...

Evet anne, evet baba, evet çocuğum, evet arkadaşım, evet, evet, evet…

Ve o kadar çok evet demişim ki, hem de ne kadar çok…

Kimse kırılmasın dedikçe kırılmışım..

Kimse yorulmasın dedikçe yorulmuşum…

Kimse üzülmesin dedikçe üzülmüşüm…

Herkesi mutlu etmek istedikçe mutsuz olmuşum meğer… Evetin yorgunluğu deseler, vücut bulmuş hali olarak ben! Hayatımda ötelediğim, önceliklerim, vazgeçtiklerim, bazen işte, bazen de ailemde, bazen birine verdiğim sözde, bazen kendimden. Yapmak istediğim o anda uygun olmadığım halde hayır diyecekken evet dediğimde ne kazanıyorum ya da neyi kaybediyorum. Neden hayır diyemiyorum? Evet gibi hayır da var aslında… Düşündükçe kendime kızdığım bu huyumun sebebini buldum sonunda:) Meğer sebebi sağ loblu olmakmış. Nerden mi biliyorum? Kızımın elimden tutup götürdüğü bir seminerden.

 “Anne tam senlik, yok suratsız, yok çok cıvık, yok çok sade, yok çok renkli aman ne de çok konuşuyor diye sürekli söylediğin şeylerin nedenini öğrensen mi acaba?” deyip beni götürdüğü..

Neden bazılarımız evet çok kullanırken, bazılarımız hayır kelimesini çok kullanırmış? 

Bazı insanlar neşelendirmek için uğraşırken bazıları da ciddiyete davet edermiş. 

Biri için sevgi olmazsa olmaz, bazıları içinde saygı olmadan olmaz. Neden?

Hayatın benim için hep bir anlamı vardı ama şimdi daha farklı boyut kazandı. Farkındalık oluştu, bakış açım değişti. Sınırlarımı koruyorum artık ve artık Kim Kimdir? biliyorum. Bu yüzden Kim Kimdir? herkese naçizane tavsiyemdir...

 


Okumaya Devam Et

14 Eylül 2024 Cumartesi

GİTTİĞİN YOL GERÇEK Mİ SAHTE Mİ?

Hastane odasında gözünü cama dikmiş, dışarıdaki insanların nasıl da bir yerlere koşturduklarını izliyordu. Tam on sekiz gün olmuştu bu yatağa yatalı. Kim bilir daha kaç günü, kaç ayı burada geçecekti. Neyse ki camdan baktığında görebileceği hareketli bir yaşam vardı. Zira kendisinin tekrar hareketli günlere dönmesi için önünde uzun bir yol vardı. Doğduğu günden beri hep sabırlıydı. Nasıl bu kadar sakin kalabildiğine dair sorular geliyordu zaman zaman. Öyle ya, başına bunca şey gelmiş olmasına rağmen nasıl güçlü durabildiği merak konusuydu.

Baktığı yerde bir otobüs durağı vardı, yolun tam karşısında. Sabahları ne kadar da yoğun oluyordu. Bir de akşam üstü herkes evine dönerken. Otobüse yetişemeyen koşturan insanlar, otobüse sıkışmaya çalışan insanlar, inenler, binenler derken saatlerce o durakta olan biteni izliyordu. İnsanlar geliyor, bekliyor ve gidecekleri yere gidiyordu. Hiç şaşmayan bir döngüydü bu. Kimisi çok bekliyor, kimisi az. Kimisi orada beklerken yanındakiyle muhabbet ederken, kimisi yanında birisiyle durağa geliyordu. Ayrı otobüslere binip gidenler de oluyordu, aynı yolu birlikte gidenler de.

Tıpkı bu dünyada kaldığımız zamanlar gibi. Herkes geliyor, bekliyor. Beklerken yanında olanlar oluyor, ona verilenler oluyor. Onlarla vaktini geçirip eninde sonunda gideceği yere gidiyor. 

Birgün mutlaka...

İstesek de istemesek de...

Varacağımız yer belli çünkü yaratıcı bunu vadediyor. Bize bildiriyor ve bize kolaylık olsun diye hayatın içine kurallar yerleştirmiş. Tıkır tıkır işleyen o yasalar, adını bilsek de bilmesek de, istesek de istemesek de işleyen kurallar. İnsan kayırmıyor, seçmiyor. Ne yaparsak hangi sonuca varacağımızı bize öğretiyor.

Bu dünyada yaptıklarımızda vaat edilen yere varacağımız kesindir. Bu hayatta insan kendine ya gerçeği rehber alarak vaat edilene yaklaşıyor ya da sahteye... 

Bir gün mutlaka...

Varacağı yere varıyor...

Ama asıl mesele o gittiğin yolun gerçek mi sahte mi olduğu...





Okumaya Devam Et

12 Eylül 2024 Perşembe

İŞTE BİZ O GÜN ÜRETECEĞİZ

Elif metropol bir şehirde doğmuş ve büyümüştü. Ancak çocukluk döneminde yaz tatillerini ninesinin yanında köyde geçirmişti. Köydeki hayat onun için hem öğretici hem eğlenceliydi. Zaman geçtikçe okul ve iş derken şehre hapsolmuş, köyünden uzak kalmıştı.

Şehir hayatı Elif için adapte olması kolay bir hayattı. Şehirde her şeyin hazırı ve kolayı mevcuttu. Ninesi gibi şifalı otları tanımasına, sütü sağmasına, ateş yakmasına gerek yoktu. İhtiyacı olan her şeyi tıklayarak evinin önüne getirtebiliyordu. İsteklerine ulaşması gitgide kolaylaşıyordu Elif’in; fakat bu durum onu mutluluktan da uzaklaştırıyordu.

Ninesi yoğurt yapmak için sütü sağar, kaynatır, mayalar; hazırına kaçmaz, tüketeceğini de üreterek elde ederdi. Elif ise bir tıkla kapısında bulurdu yoğurdunu. Eskiden Elif ninesinin bu haline üzülür; ‘‘Ne uğraşıyorsun nineciğim? Bu kadar uğraşmaya değer mi? Hazırı var, yorma kendini.’’ derdi. Çünkü Elif tüketimin kolaylığını tatmış, üretimin zevkinden uzak kalmıştı. Tükettikçe tüketiyor; sadece ihtiyaçları için değil istekleri için de tüketiyordu. Ancak tükettikçe tükendiğini de fark ediyordu. Ninesi ona; Kolay olan caziptir ama insan emeğiyle mutlu oluyor. derdi...

İnsanoğlu rahata ereyim diye kısayoldan tükettiği şeylerin zararını bir bilse... Her kolaylık bir zorlukla beraber gelir. Eskiden hayat bu kadar kolay değildi ama insanlar bu kadar mutsuz da değildi. Hayatımızı kolaylaştıran her şey bir problem oluşturmaya başlıyor. İşin içinden çıkamayan insan problemi üretenin çözümüne başvuruyor! Çünkü insan seçeneksiz kaldı mı kendini tek seçeneğe mecbur hissediyor.

İşin kötüsü de bu; tüketimin insanın iradesini tüketmesi. Tükettikçe tükeniyor insan, tükettikçe de tükettiklerinden vazgeçemiyor. Bir bağımlı gibi davranmaya başlıyor. Ne elindeki marka kahvesini bırakabiliyor ne de giydiği markadan vazgeçebiliyor. 

İnsan seçim hakkına sahip değil miydi?

Ne oldu da kendini bu kadar köleleştirdi?

Çok basit bir tüketiminden bile vazgeçemeyen insan nasıl büyük bir adım atabilir ki?

Bu kişi nasıl fedakâr olabilir?

Nasıl kendisi için, insanlık için, adalet için mücadele verebilir?

Mücadelesi olmayan insan nasıl mutlu olabilir?

Elif ninesinin zorlu ama huzurlu hayatını hatırladı. Her zorluk beraberinde bir kolaylığı getirir. Şimdi anlıyordu insanın mutlu bir hayata nasıl sahip olacağını. Her şey emek ister, mutluluk da ancak emekle elde edilir…





Okumaya Devam Et

10 Eylül 2024 Salı

GERÇEKTEN… MUTLULUK NEYDİ?

Tek sesin sessizlik olduğu, tek rengin yeşil tonları ve toprak rengi olduğu yolda yürüyor Âdem ve Havva. Sakinliğin ortama yayıldığı yerde aitlik hissini yaşıyorlardı. Konuşmuyorlardı birbirleriyle… Çünkü kendi iç sesleri ile konuşuyorlardı. Ortam sessizdi ama kendi içlerinde  derin bir diyalog vardı. Kendilerini Hira mağarasına sığınmış Resul gibi hissediyorlardı. Şehre indiklerinde kendilerini yabancı hissettikleri, hatalı hissettikleri insanların arasına karışacaklardı. Bu yabancılaşma arttıkça daha çok ormana gitme ihtiyacı duyuyorlar.

Kendi iç diyalogdan ilk çıkıp sessizliği bozan kadın oldu;

“Neden insan gibi davranmıyorlar?”

“Çünkü insanların ruhu olur, onların bedenlerinde ruh yok.” dedi adam. O da tam kendi içinde bu konuyu konuşuyordu. Kendine bu soruyu sorarken eşi de aynı soruyu sormuştu. Yoldaş olarak seçtiği eşi ile gerçekten aynı yolda olmaları aynı şeyleri dert edinmiş olmaları, aynı konuda düşünmeleri hayatını daha da kolaylaştırıyordu Adem’in.

Eşi ile tanıştığında ilk insanın yoldaşı Havva olduğu gibi kendi yoldaşının da isminin Havva olduğunu nereden bilebilirdi.

Ardından yeni bir soru geldi  Havva’dan; “Ama bedenleri hareket ediyor.”

“Ruh sadece bedeni hareket ettirmez…

İçleri taşlaşmış bu insanların, ruhları küçüldü içerde” dedi Adem. Ve ekledi “Egolarından yer kalmadı ruha…”

“Çok yazık… ziyan oldu” dedi Havva. “Peki ruh… Ruh ne ister?” diye sordu yine.

Sorulardan sıkılmadan cevapladı Adem; “Ruh sahibine ulaşmayı ister…”

“Ruhun sahibi ruhu taşıyan beden değil mi?”

“Ruhun sahibi bedenin de sahibidir.” dedi adam ve uzaklara daldı... Kendi iç diyaloğuna geri döndü ve sordu kendine;

Kendi ruhu ne diyordu?

Sahibine yaklaşmış mıydı?

“Elbette bana döndürüleceksiniz” derdi sahibi…

Ama nasıl dönecekti… Mutlu bir şekilde mi mutsuz bir şekilde mi?

Peki… Şuan mutlu muydu?

Mutluluk ne demekti?

Adam kendisiyle mutluydu… Mutlu olmak için bir materyale ihtiyaç duymuyordu mesela. Kendi kendine bir şey yapmadan da kendini keyifli hissediyordu. Eşi ile de o yüzden evlenmişti. Havva da öyleydi. Bir insana ya da bir eşyaya ihtiyacı yoktu mutlu olmak için. O sürekli mutluydu zaten… En zor dönemler yaşasa da o tebessüm etmeye devam ediyordu. Birçok insanın şikayet edip zamanını üzülerek geçirirken Havva sanki güzel bir gün geçirmiş gibi gününü geçiriyordu o sarp yokuşlar döneminde…  Havva gibi bir insanla hayatı yaşamak kolaydı, sürtüşme olmuyordu. İnsanlar Havva ile arkadaş olmak isterdi çünkü neşeliydi. İnsanlar neşeli insanların etrafında bulunmak ister. Adem de bu yüzden Havva ile yoldaş olmak için hayatını onun hayatı ile birleştirmeyi teklif etmişti Havva’ya.  İki mutlu insan mutluluklarını birleştirmişlerdi. Süper güce sahip olmuşlardı sanki… Adem ve Havva’nın gittiği yer neşelenir, canlanırdı. “Havva ile dünyada yaşadığı mutluluğu ahirette de yaşamayı isterim” diye düşündü.

Sonra aklına bir cümle geldi daha önce duyduğu; “Eğer dünyada mutluysa insan ahirette de mutlu olur. Dünyada mutlu olmasını bilmemişse ahirette de mutlu olamaz. Dünyada nasılsa ahirette de öyle olur…”

Adem Havva’ya baktı. Havva da gökyüzünü izliyor ve gülüyordu. Eşinin ne düşündüğünü anlamıştı. Çünkü gökyüzüne bakarken tek bir şeyi düşünürdü Havva. Adem de gökyüzüne baktı ve izlediler birlikte tüm hayatı izledikleri gibi…. 

 




Okumaya Devam Et