30 Mayıs 2024 Perşembe

VİCDAN

 Deneyimsel Tasarım Öğretisi

İş yerindeki kişilerle gündemdeki olayları konuşurken, kendini birden tartışmanın ortasında bulmuştu Murat. O kadar iş yoğunluğunda bile tartışacak vakti bulabiliyordu insanlar. Yeter ki mevzu egolara dokunsun,isteklerine zıt gelsin...

Bir şeyler yapmak lazım, bu böyle olmaz, sesimizi çıkarmalıyız bu zulme” demişti. O kadar da emindi ki arkadaşlarının da kendisini destekleyeceğinden. Olmadı ama! Hiç ummadık tepkilerle karşılaşmıştı.

Hiçbir şey yapmamak, beklemek, benimle ne alakası var, bize ne demek, duyarsızlaşmak, sorumluluğu başkasına atmak… 

Nasıl bir ruh halinin sonucu ortaya çıkabilir.dedi kendi kendine. Nasıl bir vicdan bu?

Eve canı sıkkın bir halde geldi. Çocuklar çoktan uyumuştu bile.  İşten çıkıp eve geldiği yol buyunca bu konuyu düşündü. Eve geldiğinde de durum farklı olmadı, sürekli bu konuyu düşünüyordu.   İnsanların, olan bitenleri sanki aksiyon filmi seyreder gibi seyretmeye başlamaları, hatta yapılan zulmün konuşulduğu yerlerde “Off yine mi Filistin?” demeleri, TV de denk gelince kanal değiştirmeleri çok canını yakmaya başlamıştı artık.

Ne demek bana ne?

İnsan aksiyon filmi izlerken bile tepki veriyor; film güzeldi ya da değildi diye. İnsanların bu kadar kör ve sağır olmalarına bir anlam veremiyordu.

Neydi bizi bu hale getiren?

En yakın arkadaşları bile onu eleştirmeye başlamıştı: “Tamam biz de üzülüyoruz ama senin gibi yapmıyoruz, psikolojin bozulacak bu kadar da olmaz ki diyorlardı. “Psikoloji mi?” dedi Murat. Kadın, erkek, bebek, çocuk, yaşlı ayrımı olmadan insanlara zulüm ediyorlar, benim arkadaşlarım ne kadar da duyarlıymış ki benim psikolojimi düşünüyorlar.” diye geçirdi içinden. Ölümle burun buruna yaşayanların, evlatlarını kaybedenlerin, sevdiklerini kaybedenlerin, aç kalanların, kimsesiz kalan insanların psikolojisi ne olacaktı peki? Tabi onların gözünün içine bakmayınca sorun yoktu. İnsan ne kadar da kolay ötekileştiriyordu her şeyi.

Tek başıma kalsam da doğru bildiğim neyse yapacağım, yine her yerde konuşacağım, kimin ne düşündüğü umurumda bile değil dedi. Çok geç olmuştu artık. Yatmak için yerinden kalktı. Çocuk odasının önünden geçerken, aralık olan kapıdan uyuyan meleğini seyretti. Ona sarılmak istedi birden. Sıkıştı yanına, sıcaklıklarını hissetti. “Saçları mis gibi kokuyor kuzumun, nefesi ne kadar da huzur veriyor insana...”

Deneyimsel Tasarım Öğretisi

Kim bilir kaç ana baba artık bu duygudan mahrum kalacaktı?

Kaç evladın yanında uyuyacak bir anası babası olmayacaktı?

Bu zulmü izleyenlerin vicdanları hiç mi sızlamıyordu?

Gözünden süzülen yaş, meleğinin yanağına değdi. Kim ne derse desin, gerçeği söylemekten vazgeçmeyeceğim. Hiçbir şey yapamasam da bunu yapacak kudretim var çok şükür.” dedi.

İnsan iyiye yönelik her şeyi yapabilecek marifeti olan bir canlı aslında. Sadece istemesi ve harekete geçmesi yeterli. Bu hareketi engelleyen şey ise basiti küçümsemesi. "Benim yaptığım şeyden ne olur ki?" diye düşündüğü anda iyiye varamaz insanoğlu. 

Bunu biliyordu Murat. Bütün çabası, şu an kendi yapabileceği en küçük şeye konsantre olmaktı.  Ve umudu da, çevresindeki insanların basiti küçümsemeyip, o zulüm altındaki insanlar için en küçüğünden bir şey yapmaları üzerineydi..




Okumaya Devam Et

28 Mayıs 2024 Salı

SAMİMİYET

Deneyimsel Tasarım Öğretisi

Yapılanlara anlam veremedi bir müddet. Ona söylenen her şeyin bir kandırmaca olduğunu anladığında dünyası başına yıkılmıştı. Ama ne fayda anlayamamıştı, fark edememişti durumu…İnsanların söyledikleri ile davranışları birbirini tutmuyordu. İşine geldiği gibi davranıyordu çoğu kişi. "Ben de mi öyle yapıyorum acaba?" diye düşünmeye başladı birden...

Kendini çok yorgun ve hırpalanmış hissediyordu. Gözü aniden sokakta oynayan çocuklara takıldı. “Ne kadar da mutlular” dedi. "Keşke onlarla beraber ben de oynasam" diye geçirdi içinden. Sonra kendinin birden küçüldüğünü hayal etti. 

Küçüldü, küçüldü, küçüldü...

Zaman geriye sardı…

Kendini mahallede top oynarken buldu. Güneşin ışığı gözünü kamaştırdı. Topun peşinden koştukça alnından akan tere rüzgarın değmesi hep hoşuna gitmişti. Mahallede ki bir gurup çocukla beraber maç oynamak için sözleşmişlerdi. Yine topun peşine yatmışlardı. Kimi eline salçalı ekmeğini almıştı, kimi zeytinle ekmeğini…

Birbirlerine verdikleri sözleri, hep tutarlardı. Herkesin kızgınlıkları da sevinçleri de ortadaydı. İçleri dışları birdi işte. Bildikleri oyunları hep beraber oynar, kimsenin arkasından oyun çevirmezlerdi. Kahkahaları da kavgaları da meydandaydı. 

Koştu, koştu, koştu…Nefes nefese kaldığında durdu. Sonra bir ses duydu. "Abi topu atsana!" İrkildi birden, bakakaldı öylece. Çocuğun, tekrar "Abi!" demesiyle kendine geldi. Topa vurdu. 

"Ah çocukluğum!" dedi. "Nerelerdesin?"

Deneyimsel Tasarım Öğretisi

Önceden insanlar ne kadar da samimi, ne kadar da içtendi. Şimdi ise insan, insanın kurdu olmuştu.

Ben kimin kurduyum diye düşündü? 

Kime sorsan herkes kendini samimi ve içten buluyordu. 
Sözde herkes kandırılıyordu. 
Peki kandıran kimdi, kanan kim?
Yoksa insan sadece kendini mi kandırıyordu? 

Herkesin anlık çıkarına göre davrandığını geç de olsa fark etmişti. Denilenler başka, yapılanlar başkaydı. Ama şikayetler hep benzer…

Hatayı başkasında aramak, sorumluluğu başkasına atmak en kolayıydı. İnsan kendi içinde bile tutarlı davranamadıktan sonra, başkasının tutarsızlığından bahsetmeye hakkı var mıydı? 

Kapısı karla kaplıyken, komşunun damındaki kardan şikayet etmek ne kadar da saçmaydı. Tutarsızlıklarla dolu bir dünyada kim kime, nasıl güvenebilirdi ki?  Çoğu zaman aynı şeyleri kendinin de yaptığını, kolay yolu seçtiğini fark etti. Kendinden başka kimi suçlayabilirdi? Başına ne gelmişse kendi yapıp ettiklerinden olduğunu anladığında içini bir pişmanlık kapladı. Geri dönmek, çocuk haline sarılmak geçti içinden.  

"Şimdi hangi yapıp ettiğimi düzelteyim, nereden başlayayım?" dedi? 

Evet durumu kabul etmek, sorumluluk almak kolay değildi. Ama imkansız da değildi. Yeter ki insan gerçeklerin farkına varsın…





Okumaya Devam Et

25 Mayıs 2024 Cumartesi

BİR KÜÇÜK HAYAT MESELESİ -III-

Deneyimsel Tasarım Öğretisi 

Tekrar merhaba sevgili günlük…

Uzun ve yorucu günün ardından seninle baş başa kalmak ne güzel geliyor bana. Bütün kalabalıktan uzaklaşıp içimdekileri sana dökmek dinginleşmemi sağlıyor adeta. Son zamanlarda neler oldu sana anlatayım… 

Yaz bitti, okula geri döndük. Tabi dersler kaldığı yerden tüm hızıyla devam etti. Öğretmenlerime ve arkadaşlarıma kavuşmanın mutluluğu ile geçti ilk hafta. Okul hayatımın getirdiği o tatlı rutin de geri geldi hayatıma. Okul bahçesi turlamalarımız, koridorda kaloriferin başında arkadaşlarla toplanmamız, fizik öğretmenimizin ağır ağır dersi anlatması…

Arkadaşlarım yazın yeni yeni arkadaş edinmişler ama Leyla erkek arkadaş edinmiş. Bu arkadaşı biraz tarif ettiğinde pek de Leyla’ya göre olmadığını gördüm. Ama Leyla’ya göre o çok iyi bir insan… 

“Beni sürekli gezdiriyor, çok güzel kafelere götürüyor. Bana hep hediyeler alıyor.” diye anlatıyor Leyla. İyi bir insan arkadaşına; “Boş ver ders çalışma, gezelim. Annen izin vermezse de Zehra’ya ders çalışmaya gidiyorum de.” der mi? Annesine karşı dürüst olmamasını teşvik ediyor. Yani ona zarar veren durumların içine sokar mı iyi bir arkadaş? Leyla’nın bu arkadaşı tam olarak böyle…  

Peki iyi ne demek?

Geçen sene Leyla’dan hoşlanan bir çocuk vardı. Adı Emre. Leyla dersi anlamadığında ona özet olarak anlatırdı. Leyla’yı tarihi yerlere götürür ve keyifli vakit geçirirlerdi. Leyla’ya harçlıklarından biriktirdiği para ile derslerinde yardımcı olacak kitapları alırdı .  Ben de çok sevmiştim onu ama Leyla Emre için “Doğru bir arkadaş değil” demişti.

Peki doğru ne demek?

Bana göre Emre doğru bir arkadaştı. Leyla’ya fayda veriyordu. Peki neden Leyla onun yanlış bir arkadaş olduğunu düşündü? Kafamda deli sorular…

Leyla’nın güzel gördüğü şeyler bana göre güzel değil, benim doğru gördüğüm şeyler Leyla’ya göre doğru değildi? Peki yok muydu bu kavramların açıklaması?

Doğru ne demek?

İyi ne demek?

Yanlış ne demek?

Kötü ne demek?

Neden insanlar aslında kendisine zarar veren biri için “çok iyi bir insan” der?

Deneyimsel Tasarım Öğretisi

Daha önce bir seminer de şunu duymuştum;

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; Gerçeklikte sana göre bana göre olmaz, gerçek tektir. 

Çünkü aksi takdirde her şey karmaşa haline gelir. Her yerden bir bilgi bombardımanı olur. Herkes bir şey söyler. Ama hangisi gerçek? Bilgi öyle olmalı ki güven vermeli ve her yerde, her zamanda geçerli olmalıdır.  Eğer kavramlar açıkça anlaşılır olursa insanın zihnindeki karmaşa azalmaya başlar.

Gerçekten de öyle değil mi günlük? Bir şöyle bir böyle deniliyor ve hangisi gerçek kafam karışıyor. Gerçeğe ulaşınca ise insanın zihni rahatlıyor.

Haydi! Var mısın sen de gerçeğin peşinden koşmaya?

 



Okumaya Devam Et

23 Mayıs 2024 Perşembe

MÜKEMMEL DÜĞÜN

MÜKEMMEL DÜĞÜN

İlkbaharın sonlarına doğru yaklaşırken sonbaharı anımsatan rüzgar yazın zorlu geçeceğinin sinyallerini veriyordu. Mevsimsel geçişler hiç bu kadar sert olmamıştı. Kıştan yaza yazdan kışa bir döngü birkaç yıldır devam ediyordu ve sonbahar, ilkbahar teğet geçiliyor gibiydi.

Sema da mevsimler gibi ya yaz, ya kıştı. Bir yandan güneş gibi doğuyor bir yandan kara kış gibi soğuk davranıyordu, hiç arası olmayınca çevresi de yoruluyordu. Asgari ücretle çalıştığı işyerinde var gücüyle koşuştururken diğer yandan o malum gün yaklaşıyordu. Temmuz’un ilk haftasında düğünü olacak ve neyi nasıl yapacağını hala sorgular haldeydi. Fatih’te ortalama bir maaş alıyor, Sema’nın yüzünü güldürebilmek için hiçbir detayı atlamak istemiyordu.


Sema süreç hep en iyisi olsun diye bir defter tutuyor, her kafadan bir ses çıktıkça kafası daha da karışıyordu. 

Peki bu iş nasıl olacaktı? 


Yıllardır zihninde tasarladığı yığınla fikir vardı, hepsini uygulamaya geçmesi nelerin kaybına sebep olacaktı kimbilir... Annesi “amann kızım bir şey de eksik oluversin” dediğinde tüm tepkiselliği ile annesine yükleniyor, aklı selim bir şekilde oturup bütçe planlaması yapmak ise hiç aklına gelmiyordu. Tek yönlü bakabildiği için de tek istediği ona göre mükemmel bir düğündü, ama alt detayları saymakla bitmiyordu. Kınası en güzeli olmalı, bir evin bir kızı olduğu için düğün dillerden düşmemeli, gelin arabası hayallerindeki o Türk filmlerini aratmayacak şekilde nostaljiolmalı, peki yeni nesil bir gelin olarak bekarlığa veda olmadan gidilir miydi yani?


İkramlıklar, davetli listeleri, çalacak müzikler, organizasyon şirketiyle senkron gidilmesi gereken sayısız etkinlikler, dans kursu, bahsedilen her günde giyeceği farklı farklı kostümler...

 

Her şeyin hep en iyisi olmalıydı. Anne babası emekli öğretmendi. Fatih’in ailesinde de durum pek farklı değildiPeki bunca detayın altından nasıl kalkılacaktıGelecek yakın arkadaşları nedimeleri olacağından onların kıyafetleri de aynı renk ve desende olması gerekiyordu. Ee hal böyle olunca onun yükünü de kendisi almalıydı, hem onlara sözü vardıSonuçta bir defa evlenecekti değil mi? 


Salon değil kır düğünü olmalıydı. Kına evlerinin minik terasında değil, deniz kenarında bir mekanda olmalıydı. Peki bekarlığa veda... Ahh onun için en iyi mekanı nereden bulabilirdi şimdi, sıkı bir araştırma yapmalıydı. Eyvah dış çekimi tamamen unutmuştu, hemen onu da organize etmeliydi. Hiçbir şey yetişemeyecek gibiydi. Ellerinde ufak bir birikimleri vardı ve varı yoğu şimdiden o mükemmel düğün kavramının altını doldurmak için tüketmek üzerelerdi. 


Mayıs bitiyordu ve Haziran itibariyle Fatih'le tartışmalar başla. Ama her şey kusursuz olmalıydı. İstemeden her geçen gün birbirlerini daha da kırıyorlardı. Aileler ise kısıtlı imkanları ile evlatlarına istedikleri düğünü sunamadıkları için kendileri suçluyorlardı. Tam gelinlik provasına gidileceği gün Fatih’in aracı bozuldu, tuttukları eve gittiklerinde ise mobilyalar yanlış gelmişti. Ama en mükemmel düğün olmalıydı. Ardı arkası kesilmeyen aksilikler peşini bırakmamaya başladı. Düğün mekanında sıkıntı çıktı, dış çekim için ayarlanan görevli o gün hastalandı. 


DENEYİMSEL TASARIM ÖĞRETİSİ

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; Hayatta heplik hiçlik yoktur. 


Hayatta sınavı kaybettiğimiz birçok şey de, hep beklentilerimizin yüksek olmasından kaynaklanır. Hep daha iyisi olmalı, hep en mükemmeli yapılmalı, hep en iyisi yenmeli, hep en iyisi giyilmeli, hep en güzel tatile gidilmeli…


Hep dedikçe de sınavlar daha da büyür ve insan eldeki huzurdanda olur. O yüzden aza kanaat etmek, dengeli beklentiler içine girebilmek, kapasite üzerinde eylemlere çok girişmemek insana büyük konfor sağlar. Mükemmel düğün değil de ufak çaplı huzurlu bir düğün gelecek günleri de güzel kılar. Bu farkındalıkla yola çıkmak ilişkilerdeki hasarıda minimuma indirir. İnsanı, hep deyip duvara tostlayanlardan değil de dengeyi her daim diri tutanlardan kılar.




Okumaya Devam Et

21 Mayıs 2024 Salı

KÜRESEL DÜNYA, KÜRESEL ZULÜM

Küresel Dünya, Küresel Zulüm


“Artık dünyamız küreselleşti bir tıkla avucumuzun içinde!”  

“Amerika’daki insanla buradan görüntülü görüşüyorum, uzaklar yakın oldu.”

“Herkes her şeyden haberdar, dünya küçüldü desek yeridir.”

“Çin’de bir kadın yediz doğurmuş”

“Antarktikadaki penguenlerin göçü başlamış”

“Kuzey ışıklarını bu yıl o ünlü oyuncu sevgilisiyle izlemeye gitmiş”

Hooop hepsi benim önümde. Görüyorum, merak ediyorum, izliyorum. Hatta çift tıklayınca kalp bile gönderiyorum.

Her şeyden haberdar olan dünya halkı aylardır devam eden zulümden, savaştan, öldürmeden, aç bırakmaktan, tecavüzden, işkenceden, işgalden, vahşetten, soykırımdan habersiz olabilir mi? Böyle bir şey mümkün mü?

Yok canım! Herhalde değildir… O zaman burada bilinçli bir -susma- , -duyarsızlaşma-, -tepkisizlik- var. O zaman burada bir -tercih- var.

Tercih ettiğim şey bu zulüm karşısında yokmuş gibi davranmak mı?

Aç olan insanlara inat o markalardan karnımı tıka basa doldurmak mı?

Ölen bebeklere rağmen o kahveden vazgeçememek mi?

Soğukta uyuyan evsiz insanları göre göre deterjan konforumu bozmamak mı?

Benim tercih ettiğim şey ne?

Gözümün önünde olan, tüm açılarıyla apaçık olan bu zulüm karşısında neden susuyorum?

“Ne etkisi olur ki benim yaptığımın..” mı diyorum?

“Zaten ne yapabilirim ki? diye mi düşünüyorum?

İnsan istese öyle çok şey yapabiliyor ki…

Her güçlünün bir zayıf noktası vardır. O zayıf noktayı bilip oraya baskı yapıldığında bir süre sonra zulmeden pes etmek zorunda kalır. Bunun için karşımızdaki zalimin zayıf yönlerini bilmek, açık etmek gerekir. Ve ümit kesmeden haklı protestomuza devam etmek…

Sabırla, azı küçümsemeden…

“Ben ne yapabilirim ki!” demeden.

“Karşımızda dünya güçleri var, çok güçlüler.yanılgısına kapılmadan.

Küresel Dünya, Küresel Zulüm


Koskoca dev olan Calut’u bir hamlede yenmedi mi Davut?

Küçük Ebabil kuşları büyük filleri yenilmiş ekin gibi yapmadı mı?

Yenilmez sandığım ne varsa yaratılanlarda, hepsinin bir güçsüz tarafı elbet var…

Bunu görüp cesaretle ses çıkarmak, hareket etmek gerekmez mi?

Rahatımdan vazgeçmeli, gözümün önündeki zulmü dert edinmeli değil miyim?

Dünyamız küreselleşti de kalplerimiz mi köreldi?

Zulmü kulaktan kulağa duymuyorum birebir görüyorum artık. Gerek avucumun içinde, gerekse gözümün önünde kocaman ekranda…

Bir parmak hareketiyle kaydırdığım için, bir tuşla kapattığım için o zulüm olmamış mı sayılıyor?

Ben kapatınca oradakiler yaşamıyor mu hala o acıları?

İnsan kendine sormalı rahatım eksilmesin diye insanlığım eksiliyor olabilir mi?

Küresel dünyanın bireysel insanı; görmeye, duymaya, bilmeye rağmen susmaya devam mı?





Okumaya Devam Et

18 Mayıs 2024 Cumartesi

ANNE OLMAK

Anne olmak

Anne olmak...

Dünyanın en merhametli canlısı. Dokuz ay karnında taşı, bulantısı, kilosu, hormonu, ağrısı, sancısı...

Doğumdan sonra bitiyor mu? Yok, nerede bitsin o zaman başlıyor. 

“Karnı doydu mu?” 

“Gazı çıktı mı?” 

“Altı temiz mi?” 

“Uyurken nefes alıyor mu?” 

“Aman bak geldi yine öptü çocuğumu! Mikrop kapacak yavrum”

Az büyüdü, yürüdü... 

“Düştü, düşecek!” 

“Sivri şeyleri kaldıralım, bak kafasını çarpar.” 

“Bunu ortalıkta bırakmayalım, ağzına alır.”

Okula başladı...

“Aman çocuğum terli terli su içme.” 

“Öğretmenini dinle, ödevlerini yaptın mı?” 

“Bizim çocuk matematikten pek anlamıyor, aslında öğretmenini sevse yapar da...”

Bu liste uzaya doğru gidiyor. Hatta koca adam olup yuva kursa da;

“O benim gözümde daha çocuk çocuk!”

Anne olmak kolay değil. Kalbi kendi vücudunun dışındaki bir canlı için de atıyor. Her an iyi olsun, üzülmesin, ayağına taş değmesin yavrusunun ister anneler. O mutlu olsun da... 

Mutlu bir çocuk yetiştirmek için ne gerekir? 

Peki mutluluk nedir? 

O an yüzünün gülmesi mi? Üzülmemesi, canının yanmaması mı? 

Gerçek mutluluk anda mı olur, toplamda mı?

Çok istediği oyuncağı aldım, ağzı kulaklarında bir hafta sonra yüzüne bile bakmıyor. Oyuncak müzesine döndü evimiz..

“Anneeee! Canım çok sıkıldı.” “Gel yavrum nasıl bir etkinlik yapmak istersin?” Bütün işler beklesin, problem değil...

“Bu öğretmen hiç çocuk ruhundan anlamıyor mu? Çocukla hiç birebir ilgilenmiyor! Ama bizimkisi hassas bir çocuk, böyle olmaz ki...”

“Yok yok, söylemeyelim bu kötü haberi çocuğa. Bilmesin çok üzülür, travma kalır. Birini ağlarken görürse gözüne toz kaçmış deriz.”

Üzülmesin, incinmesin, mutlu olsun diye yaptıklarımız sadece o anı kurtarmak için mi yoksa çocuğumu toplamda yetiştiriyor mu? 

Olumsuz süreçlerin hepsini önünden kaldırayım, olumlu her şeyi tüm imkanları önüne sereyim. Bu işin sırrı bu mu?

Hayatın gerçeği bu mu?

Benim davrandığım gibi mi davranacak hayat ona?

Öğretmeni terleyince atletini mi değiştirecek sınıfta?

Anne Olmak

Arkadaşı “Tamam, sen yeter ki üzülme bütün oyuncaklar senin olsun” mu diyecek?

“Özgüveni kırılmasın, düşük not aldığını söylemeyelim” mi diyecekler?

Hayatta hiç üzülmeyecek olumsuzluk yaşamayacak, incinmeyecek mi? Ya da her üzüldüğünde onu teselli edebilmek için yanı başında annesini mi bulacak?

Bunların cevabı hepimiz biliyoruz. O zaman neden bunlar hiç hayatta yokmuş gibi bir fanusta büyütüyoruz çocuklarımızı?

O zaman neden üzülmesin, incinmesin, mutlu olsun diye çabalarken; üzüntüyle başa çıkabilsin, düşünce tekrar kalkabilsin, mutlu olmak için bir imkana ihtiyaç duymasın diye uğraşmıyoruz?

Nasıl ki insan bağışıklık güçlenmezse en ufak bir mikropta hasta olur; problemlerle baş edip çözüm marifeti geliştirmezse de en ufak olumsuzlukta dağılır.

Bağışıklığı güçlendiren şey ise o fanustan adım adım gerçek dünyaya çıkabilmektir.



Okumaya Devam Et

16 Mayıs 2024 Perşembe

YA KAZANAMAZSAM!

Ya Kazanamazsam

Baharın gelişiyle ardı arkası kesilmeyen sınavlar silsilesi başlamıştı. Gökyüzü alabildiğine mavi, çiçekler cıvıl cıvıldı. Mayıs’ın ilk haftalarıydı, okulların kapanmasına çok bir şey kalmamıştı. Sona yaklaştığını bilince artık okula giderken daha az şikayet ediyor, motivasyonunu daha yüksek tutmak için çabalıyordu Efe. 

Öğretmeni Efe için birkaç yıldır mücadele vermiş, mücadelesinin meyvesini o yıl alabilmişti. Artık daha olumlu düşünen, derslere daha aktif katılan, ödevlerini daha düzenli yapan bir öğrenci kıvamına gelmişti. Günlük soru çözmeyi de ihmal etmiyordu. Öğretmeni haziranda sınavlara girmesi gerektiğini ve bu sınava da son süreçteki durumunun yansıyacağından emin olduğunu söyledi. Efe’nin yüzü kızarmış dev gibi çocuk resmen içine kaçmıştı. "Yok hocam asla girmem" dedi. “Ben sınavlara girecek kadar hazır değilim, giremem, hem girsem yapamam, yapsam yol alamam…” Duyguları aktifleştikçe daha değişik konuşmaya başladı. Hocası onu ne kadar teşvik etse de tam zıddındaki söylemleri hiç bitmedi. Tüm sınıf sınava girecekti, başvurularını hocalarının desteği ile yapmışlardı. Efe yok diyor başka bir şey demiyordu. Bir sürü sebebi varken, tutunacak hiçbir sebebi yokmuşçasına davranıyordu. Öğretmeni de daha fazla ısrar etmedi. Gireceği sınav hem kendini ölçmesi için iyi bir denemeydi, hem de akademik ilerleyişi adına yol almasını sağlayacaktı. Ama Efe çoktan hayırları yoldaş etmişti kendine. 

Hocası "O kadar emeğin var, istersen bir düşün başvuru yapma ama düşün’’ diyebildi. Efe o kadar aktifti ki bilinç veremiyordu, direk ret vererek konuyu kapatıyordu. Önemli kararlar alırken insan neden böyleydi ki.. Halbuki biraz sakin kalabilse, sebeplerini sıralasa, yarınlar için şimdiyi değerlendirse o an kayıt olabilirdi. Kaybedeceği bir şey yoktu ama kazanacakları çoktu. Efe en yakın arkadaşı Mete ile o akşam buluştu ve hemen yine aynı cümle "Ya kazanamazsam?” 

Ya Kazanamazsam

Konuşurken Mete konu ile ilgili yorum katmadan sadece kısa sorular yöneltti, soruları cevapladıkça Efe sakinleşmeye başladı. Sınavın önemi ile yüzleşti, emeklerinin bir meyvesi adına bu sınavın ne kadar kıymetli olduğunu düşündü. 

  • Girmezse kendini nasıl ölçme değerlendirme süzgecinden geçirebilecekti? 
  • Hedefi faydalı bir mühendis olmaktı, gireceği sınavlardan kaçarak nasıl hedeflerine ulaşabilecekti? 

Sınav kaygısının artmasıyla asıl odaktan uzaklaştığını fark etti. Aslına bakılırsa hayat başlı başına bir sınav değil miydi ?

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; Karar verirken duyguların pasifleşmesini bekle.

İşte insan emek vermesine rağmen duvar örmeye başlayınca sonrasında onu yıkması  çok güç oluyor. Hal böyle olunca hedef treni de kaçıveriyor. Duygularına yenik düşmek, anlık kararlar vermek tüm hayatına mal olabiliyor. Ya kazanamazsam, ya beceremezsem, ya yetişemezsem, ya konuşamazsam sonra hiçbir şeyin önünü alamıyor. 

Ya kazanamazsam değil; hedefime ulaşmak için hangi sebeplerime konsantre olsam, dediğinde tüm tuzakları zıt yöne çevirebiliyor.  

Bilinci her daim açık olan, treni kaçırmayanlardan olmak duası ile…





Okumaya Devam Et

14 Mayıs 2024 Salı

SINCE I KNOW MYSELF

Since I Know Myself

It was a winter morning, the first Monday after the semester break. The teacher was trying to get to school on time just like the students. She has a time problem ever since she knows herselfShe either comes very early or will be late.

 

When she arrived at school, there were barely three minutes until class started. It was difficult to run in high heels, but she always cared about her appearance for as long as she could remember. When she entered the classroom, the students had already taken their place. After a little holiday chat, she started the lesson. Mathematics was a subject that everyone had difficulty with, but it had always been her favorite subject, and now she was teaching it. Especially geometry was her favorite part. The shapes seemed like a puzzle to her. That's also how she taught her students. She wanted her students to enjoy it as much as she did.

“If I don't enjoy it, they won't enjoy it either, so can you learn without enjoying it?”

While she was intently explaining her lesson, she was stopped by a voice coming from behind;

“Teacher, can you slow down a little, I can't keep up!

 

The teacher heard this often. It was a trait of her she could not prevent for as long as she knows herself. She walks fast, talks fast, thinks fast. This was the most problematic while teaching. The number of students who could not keep up with her was not small. She was trying to slow down, but sometimes she wished they would speed up a little too.

The lesson passed between the teacher's efforts to slow down and the students' efforts to catch up.

 

A person's characteristics, which he has as long as he can remember, are an advantage in some parts of life, but a challenge in others. Sometimes it puts pressure on those around him. Because most of the time he is confronted by those who force him.

 


Since I Know Myself


Everyone knows themselves. And since most people only know themselves, they put themselves in the other person's shoes to understand them. With this strategy they form a relationship. And they are often wrong.

“What was there to be angry about, I was only joking!”

“I'm just a little late. I don't have any problems with such things, why is he so angry now?

“When I saw it, I liked it very much, I thought that surely he would like it too, but it didn't happen that way.”

 

Every human being tends to know himself, few really do. Few really know the reason for their behavior, their habit, their character, their temperament...

And therefore very few people know the other person in front of them.


This is exactly what the Who is Who People Recognition Arts seminar is for :)






Okumaya Devam Et

11 Mayıs 2024 Cumartesi

ELDEKİ ANAHTAR

Eldeki Anahtar

Kasım görünümlü bir Mayıs günüydü. Yağmur alabildiğine yağıyor, hava olabildiğine soğuktu. Kaldırılan montlar tekrar gün yüzüne çıkartılmış, kaloriferler tekrar yanmaya başlamıştı. O gün arkadaşlarını davet etti Mine. Bunca pahalılıkta kafelere gitmek biraz anlamsız, gelin bize ben güzelce hazırlanırım diye heveslendi.

Uzun zaman sonra hakkını vererek mutfağa girdi, sarmalar börekler derken herkesin sevebileceği her kategoride bir şeyler yapmaya çalıştı. Kapı çaldı kızlarda el emeği yaptıkları kurabiyeleri, kekleri masaya bıraktı. Tabi bir araya gelince sofranın bereketi arttı da arttı. Yemekler yenirken başladı Mine anlatmaya. Önce annesini, sonra teyzesini, ardından bir türlü uzlaşamadıkları halasını, sonra eşini ve elbette hiç hoşlanmadığı kaynanasını, son olarak bir problem yumağı olarak gördüğü alt komşusunu..  Derken olur olmaz her şeyi dile dökmeye başladı, kendine engel olamıyordu, herkeste yorum yapmadan geçmiyordu. Sonra kızlar kendi öyküleri ile ilgili bir bir döküldü. İş yeri anlaşmazlıkları, patron sıkıntıları, aile kavgaları, çocukların bitmeyen dertleri...

Çaylar, kahveler derken zaman akıp gidiyordu. Yarın iş  görüşmesi olduğunu bir an unutmuştu Mine. Kızlara git diyemedi, konu konuyu açtıkça susması gereken yerde susamadı, onay aldıkça iyi hissetti, iyi hissettikçe bir çay daha getirdi. Misafirlerini sabaha karşı uğurladı. Ev alıp başını gitmiş, her şey birbirine girmişti. Yere dökülen kuruyemişler, tezgahtaki tabak yığınları ve niceleri. O gün eşi rahatsızlık vermemek adına kendi annesinde kalmıştı. Çocuklar ise okul gezisine gitmişti. Mine yıllardır kovaladığı yerden o hafta teklif almış, ancak iş görüşmesine gitmesi gerekirken verilen randevunun saatini kaçırmıştı. Arkadaşlarına çok kıymet veriyordu fakat neden böyle oldu? Haftalar sonra bir araya gelmişlerdi ancak bu sefer eskisi gibi bu görüşme ona iyi gelmemişti. Bir akşam sebebine hayatı rayından çıkmış trene dönmüş gibi hissediyordu. Halbuki ne kadar istekliydi. Peki neden?

· Umarsızca davranması buna etken olabilir miydi?

· Zamanı iyi yönetememiş olabilir miydi?

· Sınırlarını doğru yerde doğru şekilde koyamamış olabilir miydi?

· Koyamadığı sınırlar hayatında tıkanıklıklara neden olmuş olabilir miydi?


Deneyimsel Tasarım Öğretisi
der ki; Sınırları olmayanın imtiyaz hakkı yoktur. 

Eldeki Anahtar

İnsanoğlu  bazen sınırsız olmayı konfor zannediyor, hal böyle olunca konuştukça konuşası geliyor ve anlattıkça rahatlayacağını düşünüyor. Böylece hiç fark etmeden akrep ve yelkovan ellerinden kayıp gidiyor. Zamanı geri alamayınca da cebine pişmanlıklar koyuyor. Sanki eline verilen anahtarı kaybediyor ve açacak kapısı da kalmıyor. İşte bu yüzden sınırlar ilişkilerin düzelmesini, sağlıklı ilerlemesini sağlıyor. Ev işe, iş eve karışmıyor. Hayır diyebilmenin bir anlamı oluyor. Dostlarla dertleşme deyince akla dedikodu gelmiyor. Sınırlar insanı ayrıcalıklı kılıyor. 

Peki ya biz, elimizdeki anahtarın ne kadar farkındayız? Sınırları olan ve elimizdeki anahtarın kıymetini bilenlerden miyiz?




Okumaya Devam Et

9 Mayıs 2024 Perşembe

RÖTARLI UÇAK

Rötarlı Uçak


Yoğun geçen bir günün ardından hafta sonunu kendine ayıracağına, biraz dinleneceğine dair kendine söz vermişti Oya. Hafta sonuna birkaç günü kalmıştı. Cuma günü vardı sonuçta son rötuşlarını o gün yapıp sonrası feraha ererim diye geçirdi içinden. Ne de olsa bugün şirket yemeği vardı, yarın da Aslı'yla randevusu.

Perşembe günü iş yerine gittiğinde patronu Cumartesi sabah il dışı bir seyahate gitmesi gerektiğini ve kendisinin kurumu temsil edeceği bilgisini verdi. Ne düşüneceğini ve neye uğradığını bilemeyen Oya tabi şaşkınlıkla yapacak bir şey yok deyip kabule geçti. Yol için mi hazırlık yapacaktı, işlerini mi halledecekti, ev işlerine mi yetecekti, çocukları kime bırakacaktı… Sonra ardı arkası kesilmeyen sorular zihnini dahada kemirmeye başladı. 

amaşırları atacaktım cuma atarım dedim, al işte bir sürüde yanıma almam gereken şey var. Ne yapacağım? Dün akşam dizimi izlemek için bulaşıkları öylece bırakıp yatmıştım. Nasıl yetişeceğim? Dolabı temizlemeye niyet ettim ama en sevdiğim komşum Neşe kahveye çağırdı ne yapsaydım yani. Ne zaman bu işleri bitireceğim? Ütüler kaldı, yemek de yapmadım, ahh annemi arayacaktım, peki çocuklar?"

Hep bir sonraki güne ümit bağlayan Oya’nın elinde gün kalmamıştı. Ortada valiz yoktu, sunum için evraklar hazır değildi, şirkette tamamlanması gereken veriler sadece düşünce aşamasında kalmıştı. Onca iş birikmesine rağmen hafta sonuna verilmiş sözleri ise hiç saymıyordu. Çocukları organize etme kısmı nasıl hallolacaktı? Neyse ki kısmen bir şeyleri yoluna soktu, çocukları ablasına bıraktı. Bu seferde uçuş için internetten yer ayarlamayı unuttu. Havaalanında hallederim deyince uzuuun sıralarda bekledi ama vaktinde halledemeyince uçağını kaçırdı. Ardından bir silsile gibi yeni bilet almak durumunda kaldı. Tam sırada beklerken uçağın rötar yaptığı bilgisini aldı. Kendisi her şeyi ertelemeye bu kadar alışmışken hayatta onun için benzeri bir öykü dizayn etmiş olabilir miydi?

"Her şey üstüme üstüme geliyor, rötarlı uçak bile bana denk geldi.’’ demekten kendini alamadı. Gerçekten işin aslı öyle miydi? İşler mi üstüne geliyordu, patron mu çok yükleniyordu, evdekiler mi düzeni aksatıyordu, uçuşun da mı sıkıntılı olanı ona denk gelmişti? Neden bu durum kartopu gibi her geçen gün büyüyordu? Yoksa bu döngünün kaynağı bambaşka olabilir miydi?

 Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; Ertelenen her şey büyür.  

Rötarlı Uçak

İnsanoğlu bu hayatta her şeyi bir sonraki güne, haftaya atmaya meyilli. Böylece anlık olarak kurtulduğu, kafasının rahat olduğu fikrine kapılıyor. Eee her şeyi rötarlı yapınca, süreçte rötarlı ilerliyor. O zaman bazı sorularda cevaplarını bulur hale geliyor. Mesela ;

· Neden dün ertelenenler, bugünün baskısını arttırıyor?

· Neden bugün yapılmayanlar, yarının huzurunu kaçırıyor?

· Neden vaktinde konuşulmayanlar, o ilişkileri zedeliyor?

· Neden vaktinde harekete geçmeyince sonranın gücü azalıyor?

· Neden bir ipin ucu kaçınca, yavaş yavaş her şey sökülüveriyor?

İşte bu yüzden her şey zamanında güzel, her şey vaktinde yapılınca kıymetli, her söz vaktinde söylenince anlamlı. O zaman uçuşlar rötarsız, haberler sıkıntısız oluyor.

 

 


Okumaya Devam Et