Ya aç biilaç ya da hızlıca bir şeyler atıştırarak yola düş...
Kaç vesait kullandığın kimseyi ilgilendirmez yeter ki vaktinde işinin başında ol...
İş yerindeki işleri yetiştirmeye çalış, emirleri yerine getir, eksikleri gider, hatta yetişmezse bir kısmını da evine götür, sadece evrağı da değil baş ağrını ve can sıkıntısını da al götür...
Öğle yemek saati, ister sana sunulan hazır menüden ye ve iç ya da popüler mekana git bu sefer kendi isteğinleymiş gibi popüler kültüre göre ye ve iç...
Uzun günlerde güneşin doğuşunun ve batışının bir kısmına şahit ol, kısa günlerde güneşin yüzünü bile neredeyse görme...
Üç yüz altmış beş günün yirmi veya otuz günü de çalışma eğlen ama herkes gibi eğlen, herkesin eğlendiği yerlere git, herkesin paylaştığı şekilde kendini paylaş...
Nasıl eğlendiysen öyle de evlen; komşunun oğlu, eltinin kızı, televizyondaki ünlü nasıl evlenmişse sen de tıpkı öyle yap...
Çocuğu o çok iyi olan okula hani arkadaşlarının da kaydettirdiği okul var ya ona yazdır, okul da yetmez kurslara da yazdır, uzaksa okul servis tut, bu sefer o da koşanlar kervanına katılsın...
Hep kıt kanaat hep ucu ucuna belki sen belki değil...ama biri ya da belki bir sürüleri...
Kıt kanaat olmayan da var doğru haklısın, senin onlardan neyin eksik ki, onlar gibi yaşaman için sana imkan sunan da var, bedavaymış gibi verip sonradan fazlasıyla geri vermen şartıyla ama...
Kim bilir belki birileri gibi sen de bir gün zengin olup o şaşaalı hayatı yaşayacaksın, kim bilir belki bir gün… Belki hiçbir gün…
Tıpkı birileri gibi giyinecek, tıpkı birileri gibi yiyip içecek, tıpkı birileri gibi yaşayacaksın sen de... Belki hiçbir gün…
Yaşamak istiyorsan o hayatı adeta şart koymuşlar:
Hızlı olman lazım…
Bu kadar şeyi yapabilmen için hayat çok kısa, yürümek yetmez koşman lazım...
Bir yerlerde kendine, ailene ayırdığın vakitten kısman lazım...
Yetişemediğini fark edenler mi iyiliğini düşünenler mi bilinmez ama bulaşığını ve çamaşırını yıkayan, yemeklerini hızlıca yapan makineler ile hızlı arabalar ve hızlı taşıtlar yapanlar var...
Yine farkeden ve düşünen birileri olur da hızlıca giderken gözünden kaçırırsan diye, telefonda renk renk, televizyonda efektli, sokaklarda ışıl ışıl ve yollarda gitgide büyüyen boyutta seçenekler sunuyor...
Seçeneklere ihtiyacın olmayabilir ama modanın sana ihtiyacı var... O kıyafet orada giyilmez, bu kıyafet de bu devirde giyilmez çünkü...
Almak istiyorsun, yapmak istiyorsun, gezmek istiyorsun ama maliyeti var...
Bitiş çizgisindeki ipi en hızlı koşan göğüslüyor... Onun için durma koş...
3
2
1
Dur!
Koşuşturmacamız o kadar arttı ki her şeye yetişmek için kendimizi ihmal eder olduk...
İsteklerimiz o kadar arttı ki zaman yettiremiyoruz diye kendimize ayırdığımız vakitten kısar olduk...
Koşuşturmacamız o kadar arttı ki her şeye yetişmek için kendimizi ihmal eder olduk...
İsteklerimiz o kadar arttı ki zaman yettiremiyoruz diye kendimize ayırdığımız vakitten kısar olduk...
Geride kaldıkça ve kendimize vakit ayıramadıkça kendimize yabancı olduk...
Sonra ne mi oldu? Artık ne istediğimizin ve bizi nelerin mutlu edeceğinin kararını başkalarına bırakır olduk… Dışlanırız korkusu, aşağılanırız kaygısı sardı bizi; birilerinin istediği gibi olduk… Birilerinin istediği gibi davranır, birilerinin istediği gibi düşünür olduk…
Oysa, “Kendimiz” diye birisi var… Onu da dinlemeli ve ihmal etmemeli…
"Kendimi tanımak, mutlu olmak ve koşuşturmacalı hayatıma biraz mola vermek istiyorum. " derseniz, tam yeri; Deneyimsel Tasarım Öğretisi...
Gözlerini hafifçe aralayıp telefonuna uzandı. Ekranın ışığı gözlerini kamaştırınca yeniden kapattı gözlerini. “Neyse ki daha vaktim var...” diye düşündü Eray. Gerinerek yataktan kalktı, elini yüzünü yıkayıp doğruca mutfağa geçti. Kahve makinesini çalıştırdı. Bir yandan kahvesini yudumlarken televizyonu ve bilgisayarını açtı. Mağazaya gitmesine gerek yoktu; her şeyi ekran üzerinden takip ediyordu. Sabah haberlerindeki bir başlık dikkatini çekti; “Uçan arabalar piyasaya ne zaman sürülecek?”Kulağa hâlâ inanılmaz geliyordu ama sadece bir anlığına. Yirmi yıl önce bir telefonla mağaza yönetmek, satış yapmak, toplantıya katılmak da bir o kadar hayal gibiydi.
Bugün uyanır uyanmaz telefona uzanıyoruz. İş yerindeyken evdeki robot süpürgeyi çalıştırabiliyoruz. Başta hayranlık uyandıran her şey zamanla sıradanlaşıyor. Tıpkı bir arının peteği nasıl yaptığını sorgulamamamız gibi. Ya da bir ineğin süt vermesine, bir tavuğun yumurtlamasına şaşırmamamız gibi...Doğada her şey bir düzen içinde işliyor. Geceyi gündüz, kışı bahar takip ediyor. Güneş doğuyor, yapraklar dökülüp yeniden yeşeriyor. Sanki görünmez bir sistem var ve herkes görevini biliyor. Aksaklık yok, karmaşa yok. İnsan, bu düzene güveniyor. Gece başını yastığa koyarken sabahın geleceğini sorgulamıyor. Ateşe dokunursa yanacağını, suya girerse yüzebileceğini biliyor. Ve bu bilginin üzerine medeniyetler inşa ediyor.
Ama insan kendi hayatında, özellikle ilişkilerinde bu düzeni kurmakta zorlanıyor. Teknoloji gelişse de iletişim kolaylaşmıyor. Belki de en büyük eksik burada. İnsan, doğadaki kuralları kabul ediyor ama ilişkilerin de kendi kuralları olduğunu fark edemiyor.
Kahvesinden bir yudum daha aldı Eray. Aklına en yakın arkadaşı Ali geldi. Ali iyi niyetli, çalışkan biriydi ama ilişkilerinde sürekli aynı sorunları yaşıyordu. Kimseye “hayır” diyemiyor, bu yüzden hep zor durumda kalıyordu. Evliliğinde sorun çıkmasın diye susuyor, kızının her isteğine boyun eğiyordu. Oysa bazen “hayır” demek gerekirdi. Bu da bir tür düzendi, bir sınırdı. Tıpkı doğadaki kurallar gibi; ilişkilerin de bir ölçüsü olmalıydı.Demek ki evliliğin, ebeveynliğin, dostluğun da kendine özgü bir sistemi vardı. Ve bu sisteme uyulmadığında sorun kaçınılmazdı.
Bir arkadaşı geçen gün şöyle demişti Eray’a: “Hiçbir şey başıboş yaratılmamıştır. Hayatta tesadüf yoktur. Her şey bir düzen içinde gerçekleşir.”
O ana kadar bu sözün derinliğini tam anlamamıştı. Ta ki, önemli bir ihaleyi kaçırıncaya kadar...
Aylarca emek verdikleri projede son dosyayı teslim etmek ona kalmıştı. “Nasıl olsa yetiştiririm...” diyerek erteledi. Bugün yaparım, yarın yaparım derken iş son geceye kaldı. O telaşla bir detayı gözden kaçırdı; hesaplamalarda kritik bir hata yaptı. Ve olan oldu, dosya hatalıydı, ihale geçersiz sayıldı. Şirket büyük bir fırsatı kaybetti. O gece boyunca düşündü. “Ne oldu da işler bu noktaya geldi?”
Kendince küçük bir ertelemenin bu kadar büyük bir sonuca yol açabileceğini tahmin etmemişti. Ama şimdi fark etmişti, zamanında yapılmayan her iş, bir sonraki adımda büyüyerek karşısına çıkıyordu. Kurallar sadece doğada değil, hayatın her alanında vardı. Göz ardı edilen her ilke, bir gün daha büyük bir kayba dönüşüyordu.
Bu olaydan sonra hayatına daha dikkatli bakmaya başladı Eray. Sadece işini değil, ilişkilerini, alışkanlıklarını, hatta düşünme biçimini bile gözden geçirdi. Küçük sandığı ihmalin büyük bir zarara yol açması ona bir şey öğretti: Hiçbir şey sebepsiz olmuyor. İnsanın hayatındaki aksaklıkların çoğu, kuralı olan şeyleri kural dışı yaşamaktan kaynaklanıyordu belki de. İşin, zamanın, ilişkinin, güvenin, sabrın, söz vermenin, sözünde durmanın... Hepsinin bir ölçüsü vardı. Ve bu ölçüler göz ardı edildiğinde önce bir şeyler bozuluyor, sonra her şey...
O gün bugündür Eray, bir mesele karşısında ne yapacağını bilemediğinde kendi kendine şu soruyu sormaya başladı: “Acaba burada görmezden geldiğim bir kural mı var?”
İlginç olan şuydu, sorunun cevabı çoğu zaman çoktan belliydi. İnsan doğruyu çoğu zaman biliyordu ama ya üşeniyor ya erteliyor ya da yüzleşmek istemiyordu. Tıpkı zamanında teslim etmeyi bildiği halde dosyayı son geceye bıraktığı gibi.
Eray artık şunu biliyordu; hayat, doğa gibi çalışıyordu.
Ne eksik ne fazla...
İnsan ne ekerse onu biçiyor, ne verirse onunla karşılaşıyordu...
Emir’in elleri direksiyondaydı. Araba sessizce yol alıyordu. Camdan içeri süzülen güneş ışığı, gösterişli torpido üzerinde parlıyordu. Deri koltukların kokusu hâlâ yeniydi; direksiyonun yumuşak dokusu, elinin altındaki gücü hatırlatıyordu. Jantlar yolda kayar gibi ilerliyordu. Bu, uzun zamandır hayalini kurduğu arabaydı. Varlığıyla dikkat çeken, durduğu yerde bile bakışları üzerine çeken o son model… Emir artık onun sahibiydi. İçindeydi ama garip bir şey vardı. İçindeki sevinç eskisi kadar coşkulu değildi. Yan koltukta oturan arkadaşı Ömer, bir süredir sessizdi. Sonunda hafifçe döndü ve sesi yumuşak ama net bir ifadeyle sordu;
"Bu arabayı ilk gördüğünde ne hissetmiştin? Gerçekten buna ihtiyacın olduğunu mu düşündün, yoksa... sadece hayalini mi sevdin?"
Emir, bu soruya hemen yanıt veremedi. Sanki biri içindeki kilitli bir kapıyı açmıştı. Gözlerini yoldan ayırmadan sessizce düşündü. Aklı, zamanın gerisine gitti. Henüz bu arabaya sahip değilken, onunla ilgili düşlerini hatırladı. O gösterişli farlar, parlak jantlar, hayran bakışlar...
Aylarca çalışmıştı, gece vardiyalarına kalmış, hafta sonlarını bile işe ayırmıştı. Yeni kıyafet almamış, sosyal hayatını kısıtlamıştı. “Bir gün o arabayı süreceğim!” demişti kendine defalarca.
Ve sonunda o gün gelmişti.
İlk zamanlar her şey mükemmeldi. Hız, konfor, insanların dönüp bakışı ama zaman geçtikçe, heves yerini başka duygulara bırakmıştı.
Yakıt masrafları, vergiler, bakım ücretleri… Özel parçalar yüzünden her bakım cüzdanını eritiyordu.
Emir, Ömer’in sorusunu yeniden düşündü. Bu araba gerçekten onun hayatına ne katmıştı? Zihninde başka anılar da canlanmaya başladı.
Daha önce aldığı pahalı bir saat geldi aklına. Şık ve ünlü bir markanın saatiydi. Onu bileğinde gören herkes etkileniyordu. Ama zamanla fark etti ki, saatin ağırlığı onu rahatsız ediyordu. Camı çok hassastı, en ufak darbede çiziliyordu. Gösterişliydi ama kullanışsızdı.
Sonra ayakkabı geldi gözünün önüne. Vitrinde görüp özel bir davet için aldığı o lüks ayakkabı… Harika görünüyordu, ama giydiğinde ayaklarını sıkıyor, yürüdükçe acı veriyordu. Onunla yürümek değil, sadece vitrinde durmak mümkündü.
Hepsinin ortak bir yönü vardı. Parlak dış görünüşler ve şimdi aynı yanılgıyı arabada da yaşıyordu.
Emir fark etti ki yaptığı seçimler, çoğu zaman gösteriş içindi. Dikkat çekme arzusu, onaylanma isteği, dış görünüşe verilen önem... Ama gerçek ihtiyaçlar hep geri planda kalmıştı. Kendi kendine sordu;
Emir’in hikâyesi, her insanın zaman zaman düştüğü bir hatayı anlatıyor aslında. Çoğu zaman sadece görünüşe aldanır insan. Oysa bir şeyin güzel olması yetmez; onu değerli kılan, hayatına kattığı faydadır. Faydalı olan bir şeye estetik de eklendiğinde, işte o zaman gerçekten kıymetli hale gelir.
Ancak insan sadece görüntüsü güzel diye bir şeyi seçince, sonunda mutsuz olabilir. Çoğu zaman arzuladığı şeyin yalnızca parlak yüzeyine kapılır. Ama sahip olduktan sonra, o parlaklığın ardında gizlenen sorumlulukları ve zorlukları fark eder.
Bu yüzden, insan seçimlerinde neye öncelik verdiğini iyi bilmelidir. Sağlam bir temel üzerine kurulmayan hiçbir şey uzun ömürlü olmaz. Eğer seçimlerimiz bizi üzmeyecek kadar sağlam dayanaklara sahipse, pişmanlık da az olur. Ama yanlış temeller üzerine kurulu bir hayal, zamanla ağır bir yük haline gelir.
İnsanın bu hayatta sahip olduğu her şeyin hem avantajı hem de dezavantajı vardır.
Çünkü mükemmellik, insanın ulaşabileceği bir gerçeklik değil; sadece bir yanılsamadır. Ne kadar çekici görünürse görünsün, her tercihin bir yükü vardır.
Bu yüzden bir şeyi isterken sadece cazibesine kapılmak yerine, hayatımıza neler katacağını ve bizden neler alacağını da göz önünde bulundurmak gerekir. Gerçek değer, yalnızca gösterişte değil; anlamda, işlevde ve katkıdadır. Bir kararın değeri, anlık heyecandan çok, uzun vadede sunduğu fayda ile ortaya çıkar.
Ve insan avantajlar ile dezavantajları doğru tarttığında, kendisini gerçekten mutlu edecek seçimler yapar...
Vazgeçmeye en yakın olduğun yerde ne için yola çıkmıştın hatırla… doğru bir amaç için yoldaysan engellerle karşılaştığında geri dönmeyi değil, engelleri nasıl aşabileceğini düşün… Mutlaka bir çıkış yolu vardır; Umudunu diri tut…