30 Temmuz 2024 Salı

BİR KÜÇÜK HAYAT MESELESİ -V-


Merhaba sevgili, canım günlüğüm. Hayatın gerçeklerini öğrenme maceramda yanımda olan yoldaşım, güzel günlüğüm.

Nasılsın?

Beni soracak olursan çok daha iyiyim. Bu son yaşanan acı olaylara rağmen, hüznümün yerini bir ümit aldı. Hüznümü, kederimi bir nebze kenara koydum ve “Ben ne yapabilirim?” diyerek onu düşünmeye başladım. Eee, durduğum yerde üzülerek bir katkı sağlayamam oradaki kardeşlerime değil mi? Artık harekete geçme vakti… 

Neler mi yapıyorum?

Öncelikle tarafımı belli ediyorum. Gittiğim yerlerde, sosyal medyada hep GAZZE hakkında konuşuyorum. Arkadaşlarımla buluşmalarımda, akraba ziyaretlerinde hep GAZZE konusunu açıyorum. Konu başka yere çevrilse bile bir şekilde tekrar GAZZE konusuna getiriyorum. Gündemimi olabildiğince onun üzerinde yoğunlaştırıyorum. En azından insanlara hatırlatıcı görevi üstlendim.

Sonrasında tabi ki tarafımı belli ederken zalimi destekleyecek herhangi durumlara girmedim. Mesela karşı tarafı destekleyenlere de tepkimi belli ederek gündem yaptım. Zulmeden tarafı tutan taraftarların kim olduklarını da bilmek önemli… Düşmanımın dostu benim de düşmanım neticede. Dolayısıyla zalime destek veren firmalardan alışveriş yapmıyorum. “Kim düşmanımın dostu?” Bunu iyice araştırdım. “Kim dostumun dostu?” onu da iyice araştırdım. Zalimi destekleyenleri BOYKOT etmek çok önemli.

“Benim almamamla ne olur?” diye düşünen insanlar var. Olur mu öyle şey! Çok şey olur. Benim nerede payım var, bu çok önemli bir konu. Nasıl ki düğünler olduğunda yeni evlenenlere katkı sağlamak için, onların mutluluklarını desteklemek için, o kurulan yuvada bir payın olması için takı takarlar. Aynı şekilde zalime maddi- manevi anlamda destek sağlayanlardan alışveriş yaparak, zalimin zulmünde bir payımızın olmaması çok önemli. Ben mesela adımın güzel yerlerde geçmesini isterim. “Ne güzel şeyler yaptı Zehra. İnsanlara faydası olan bir kızdı.” olarak anılmak isterim. Bunun için de doğru ve güzel eylemlerde bulunmam gerekir. İşte boykot etmek de böyle bir şey. Ben, hangi çorbaya tuz katıyorum, onu seçiyorum. Şifa olan çorbaya mı, yoksa zehir olan bir çorbaya mı?

“Duyarlılık insana yakışan bir takıdır” sevgili günlük. Biz kendimizi güzelleştirmek için takılar takarız. Küpe, kolye, bileklik, saat… Ama insanı en çok da güzelleştiren şey davranışlarının güzelliğidir. Ve duyarlı olmak, sadece kendi ihtiyacı olan; lekeleri çıkartan deterjanı almak yerine ”‘O deterjanı alırsam bundan dolayı canından olan insanlar olur.” diye düşünerek temiz çamaşırlardan vazgeçmek bir duyarlılıktır, bir hassasiyettir. “Bir boykot binlerce hayat kurtarır” sevgili günlük. Benim vazgeçtiğim tek bir ürün (kola, deterjan, cips, diş macunu, kıyafet, kahve markaları) binlerce insana gidecek bomba, füze gibi silahlara yatırım olmamasını sağlayacak.

Yani demem o ki; biz elimizde silahla zalimle savaşamayız ama onların silahlarını finanse eden kaynakla ilişiğimizi keserek o firmaları iflas olma eşiğine getirebiliriz. Kim bilir belki bizim bu küçük görülen boykot o firmaların sonunu getirir ve nihayetinde batarlar ve zalimin de destek görecek dayanağı kalmaz.



Eeee, ne de olsa “Bize boykot yakışır.”

Bu günlüğü okuyan güzel insanlar size bir mesajım var;


Haydi Türkiye!

Hedef;

Alırken de, satarken de

İsrail’i boykotta

İlk sırada olan ülkelerden olmak…

                             


                    

Okumaya Devam Et

27 Temmuz 2024 Cumartesi

GÜÇ ZALİMLEŞTİRİR

Güç insanı zalimleştirir,

Güçlendikçe daha çok ezmek ister mazlumu,

Mazlumu ezdikçe bir şey sanar kendini...

Şeytan insana güzel göstermiştir yaptığını,

Ama bilmez kendine yazık ettiğini...

Güç insanı zalimleştirir,

Halbuki asıl güç sahibi ne kadar da merhametli zalime bile,

Bekler belki yolundan döner diye,

Ve bir süre izin verir masumun canının yanmasına,

Ama zalim bilmez mühlet verildiğini kendine,

Ve azar da azar,

Ve kimsenin yapamayacağı kötülüğü yapar kendine...

Masum çocuklar,

Savunmasız kadınlar,

Güçsüz bırakılmış erkekler,

Sana kendini güçlü hissettiriyorsa,

Aslında kimsenin yapamadığını yaptın kendine...

Aşağıladın,

Aşağılandın,

Neydi sana bunu yaptıran?

Neydi seni hakka bu kadar düşman kılan?

Hiçbir büyüğün bir öğüt vermedi mi sana?

Neydi sana bu kadar kendine düşman kılan?

Rüzgâr ektin fırtınadan başka ne kaldı payına?

O kadar zaman,

O kadar para,

O kadar emek,

Ne içindi?

Yeni bir şey var edemeyen,

Eskiyi geri getiremeyen,

Batıl için bu savaşınız,

Ne içindi?

Hak gelip batıl yok olduğunda,

Sığınacak bir liman kalmadığında,

Çepeçevre sarıldığını anladığında,

Kaçacak bir yer kalmadığında,

Seni yaratana bu kadar mahcup olmanın sebebi,

Ne içindi?

Güç insanı zalimleştirdi,

Halbuki merhametli olduğunda yükselecekti...







Okumaya Devam Et

25 Temmuz 2024 Perşembe

HÜKMEN GALİP


Elinde telefonla kalakalmıştı koltukta öylece… Oysa her gece "acaba o gün, bugün mü?" diye gelmeyen uykusuyla cebelleşirdi. Hazırlıklı olduğunu sanıyordu bu habere... Ta ki telefondaki ses; “Başınız sağ olsun" diyene kadar.

Sabahları saçını örüp okula yollayan, beslenmesine arkadaşıyla paylaşsın diye fazladan ekmek koyan, her kapıdan çıkışında arkasından dualar gönderen anneciğini dünya gözüyle artık göremeyecekti... On üç gündür, sadece günde otuz saniye görmesine izin vermelerine kızdı birden. Ne olurdu ki son bir kez daha tutabilseydi elini. Teşekkür edebilseydi, tüm öğrettikleri için.

Hem yetim hem öksüzdü şimdi. Tıpkı Filistin'li birçok çocuk gibi…

Binlerce kilometre vardı aralarında ama acısı ne kadar da aynıydı. Göğüs kafesine yerleşen o sancıyı çeken binlerce çocuğu düşünerek güçlü durmaya çalıştı. Annesinin gidişine üzülürken, başını sokabileceği bir evi, güvenle gezebildiği bir memleketi olduğu için de şükrederken buldu kendini birden.

Ölüm gerçeği gelip kapını çalana kadar, yanından birilerini alıp gidene kadar çok uzak gelir insana. Hep bilir aslında insan o kadar uzak olmadığını ama öteler bu fikirleri. "Aman ağzından yel alsın, aman nereden çıkardınız bu konuları, aman ALLAH uzak etsin…" diye de uyarır konuşanları...

Peki aslında insanı korkutan ölüm müdür? Yoksa o düşkün olduğundan mahrum kalacak olmak mı? Gözlerinin içine bir daha bakamayacak olmak mı?

Bir insan ölüme nasıl olurda gülerek gider?

Gördüğünün, göreceklerinin yanında bir hiç olduğu bilirse gider. Ömrünü nerede ve neye harcadığını bilirse gider. Hem de gülümseyerek...

Bugün bütün dünyanın hayretle izlediği, düşmanın karşısında dimdik duran on üç yaşındaki çocuk ölümden korkmuyor muydu? 

Elleri arkadan kelepçeli o gencin ölmek umurunda değil miydi gerçekten? 

Küçücük çocukların tam teçhizatlı postallı askerlere taş atarken elleri titremedi mi hiç? 

Neydi onları bu kadar güçlü kılan? 

Kasları, kolları, bacakları değil iman dolu yürekleriydi. İnsanların anlamadığı o eminlik hissi, o güven doğru yerden gelince işte böyle sarsılmaz, böyle net, böyle dik bir duruş sergilemesine sebep oluyor insanın.

Ve biz sonra anladık ki onlar korksa bile, bildikleri tüm o korkularına galip geliyordu. Çünkü Galip olan sadece ALLAH’ tı… 






Okumaya Devam Et

23 Temmuz 2024 Salı

O TEBESSÜMLÜ

 

O Tebessümlü

O Tebessümlü, O Kudüs, O mücahit, O insan!

Aradaki buzları kıran değil miydi o küçük bir tebessüm. 

O kalpleri ısıtan mucizevi anahtar. 

Dünyanın dikkatini çeken, Rabbini sevdiren. 

Küçük bir gülümsemenin, bir gülüşün büyük etkisi. 

“Nerden geliyor bu güç?” diye herkes merakta. 

Tebessüm, mazlumun gücü, zalimin yok edemediği. 

Başında silahı ile bekleyen zalim, silahsız olan mazlum ise gülüşü ile meydan okumakta,

O ise tam teçhizatlı iken korkmakta.

Kim cesur? 

Kim korkak? 

Kim güçlü? 

Kim güçsüz?

Dünyadaki Müslümanlar ağlarken, Filistin halkı gülümsemekte. 

Zulme karşı dini, dili, ırkı farklı insan zalime karşı ayakta. 

Filistin de bombaların altında, tutsak alınmış genç gülümsemekte.

“Zulme devam etseniz de umudumuzu elimizden alamayacaksınız.” demekte.

O Tebessümlü

O güldükçe Müslüman ağlamakta, o güldükçe insan kahırda. 

Üzüntüsünü gizleyen yürek, zalimi sevindirmezken o tebessümün arkasındaki acı.

İç yakar, diller susar, yürek yanar, Müslüman ağlar. 

Gülümseme, zalime duvar, Rabbine şükür olur, dünyaya ibret.

Zalime karşı eli kolu bağlı ama zulme boyun eğmeyerek direnmekte. 

Ölürsek şehit, ölmezsek şanlı mücahit. 

İkisinde de kazanan belli, şimdi o ebedi gülmekte.

O sınavından emin, O umut dolu, 

O imanı kâmil, O uykudaki Müslümanı uyandıran, 

O şahadet şerbetine talip, O şehit, 

O Filistin, O Gazze, O Kudüs..



Okumaya Devam Et

20 Temmuz 2024 Cumartesi

YA İŞİME SON VERİRLERSE


"Zulmü engellemek isteyen, yapamadı…

Yapabilen ise, engellemek istemedi…

Gerçekleri bilenler konuşmadı…

Konuşan ise bilemedi…

Ve böylece bu dünya;

Masumlar için yaşanamaz oldu…"

Bu acı olayın kaçıncı yüzüncü günündeydik? Elif artık sayamıyordu… Zulüm gören masumların resimlerini görmek, haberlerini okumak onu derinden üzüyordu… İlk zamanlarda bütün dünya zulme karşı sesini çıkarırken, simdi çoğu normal hayatına geri dönmüştü sanki… Başlarda herkes destek paylaşımları yaparken, artık pek azı duyarlıydı… Normalleşmişti sanki… "Ama bu adil değil, nereye kadar böyle devam edecek?" diye söyleniyordu Elif. Az da olsa unutulmuştu sanki…

Bir yandan insanlar sosyal medyada tekrar tatildeki yenilen yemekleri, gezmeleri, manzaralarını paylaşırken, diğer yandan üç günlük bebeklerin anneleri can verirken, o masum yavrular kimseye seslerini duyuramıyorlardı…

Bir yandan şaşaalı yemek sofraları devam ederken, diğer yandan mazlumlar uzun zamandır kuru bir ekmeği ıslatıp beslenmeye çalışıyordu…

Bir yandan evcil kediye özel mama alınıp, bakımına özen gösterilip, evde özel yaşam alanı oluşturulurken, diğer yandan masum bir kopek zulüm görüyor. Gördüğü şiddet sonrası gözünden yaş akarak bacaklarını sürükleyerek ilerlemeye çalışıyor…

Bir yandan suyun kıymeti bilinmezken, diğer yandan bir yudum su alamadıkları için can verenler…

Elif her gün kendine “Birilerinin bunları engellemesi lazım… Birilerinin konuşması lazım…” diyordu. Gündemi sıkı takip ediyor, evdekilerle bunun acısını paylaşıyordu. Zulmün bitmesini istiyordu.

Ama iş yerinde tarafını belli etmeye çekiniyordu.

Ya sahip olduğu statüsünü kaybederse? 

Ya işine son verirlerse?

Ya bir yerde tarafını belli ettiğinde onunla tartışmaya girenler olursa?

Ya arkadaşlarla buluştuğunda konuyu açtığında onunla alay ederlerse?

Ya “Bu durumda eğlenceye katılmak istemiyorum, yasımız var.” dediğinde arkasından kötü konuşsalar?

Cesareti yoktu Elif'in...

Oysa kimse cesaret göstermediğinde, zalim zalimliğine devam eder…

Harekete geçmek için ateşin benim evime düşmesini mi bekleyeceğim?

Tarihe nasıl geçmek istiyorum?

Elimden geleni yapmış olarak mi? Seyirci olarak mı?

İnsanoğlu muhakkak bir taraf seçer. Taraf seçmediğini söylese bile, duruma göre bir tarafı desteklemiş olur. Davranışlarıyla düşüncelerini ortaya koyar.

İşte bu yüzden sormalı insan kendine; 

Ben zalimlerden mi yanayım, mazlumlardan mı?

Ve aynı zulüm benim başıma gelirse eğer, dünya bana seyirci kalsın mı?

 



Okumaya Devam Et

18 Temmuz 2024 Perşembe

ÇIĞLIĞIN DİRENİŞİ

Bir sabah Züleyha çığlıklarla uyandı. Ne olduğunu anlamadan odanın yolunu tuttu. Annesi, babasının üzerine kapanmış ağlıyordu. Züleyha durdu ve düşündü, evet bu çığlık bir gün kopacaktı. İçinde bir an derin bir boşluk hissetti. Şu an ne yapacaktı Züleyha?

Bazen bir çığlık direnişin hikayesidir, bazen ise bir fısıltı...

Sonra içeride ağlayan, isyan içerikli kardeşinin sesini duydu. “Neden benim babam ALLAH’ım? O daha çok gençti. Biz ne yapacağız şimdi?” dedi. Biliyordu Züleyha, bu sözleri kardeşinin isteyerek söylemediğini. Ama insan baskı altındayken kalpteki açığa çıkıyordu. O sahneyi gören Züleyha sessizce odasına giderek Yaratıcıdan özür diledi. “Biz senden razıyız ALLAH’ım merhametinden de, adaletinden de...”

Sonra bir an Kudüs kalbine düştü. Oradaki insanlar bu çığlığı her an duyuyordu ama o çığlık biraz hüzün, biraz huzur çığlığıydı. Çünkü herkes biliyordu; ALLAH kuluna zulüm etmez. 

Nasıl sakin kalabilirdi ki insan?  Anne yok baba yok, bir kız çocuğu anne olmuş, küçük bir erkek çocuğu ise kardeşini ve annesini korumak zorunda kalmıştı. Dışarıdan bakıldığında Yaratıcı sessiz kaldı,  diyerek bazıları O'nu  suçlamaya çalışıyordu. Ama bu sahnede ALLAH bir şey yapsaydı gazabı daha az olurdu, bekletti ve bu sahnede herkes ayrıştı. Dünyanın bir çok yerinde farklı zamanlarda farklı insanlar, o masumlar için ayaklandı... Dünyanın bir çok yerinde farklı zamanlarda farklı insanlar da, o masumların farkına bile varmadı... Rabbim zamanı geldiğinde kendini gösterecek ama o sahne o kadar kolay olmayacaktı. Rabbimi bilen tarzında bilir.

Züleyha bunları düşünerek derin bir sessizliğe büründü. Sonra ellerini semaya kaldırarak dua etti.

"Rabbimiz; biz senden razıyız... Adaletinden de, merhametinden de, gazabından da eminiz... Sen bizim göremediklerimizi görür, duyamadıklarımızı duyar, bilmediklerimizi bilirsin... Müslümana ne zaman yardım edeceğini, kafiri ne zaman kahredeceğini en iyi sen bilirsin... En doğru anı sen bilirsin... Biz senden eminiz...

Bizim dualarımız ancak kalplerimizdekini dile getirmek içindir... Senin hükmüne karışmak için değil... 

Rabbena...

Ya Kudüs halkına galibiyet ver, ya da onlar gibi bize de sabır ver...

Ya onlar gibi senin yolunda yaşasın ya da biz de senin yolunda ölelim...

Rabbena...

Bizi aynı analar doğurmadı... Ama aynı ALLAH yarattı. Bizim kardeşlerimizi bize bağışla, onları kurtar...

Biricik babamızın da mekanını cennet eyle...

Peygamberimize selam, sana hamd ederiz...

Senin yolunda yaşarken de, ölürken de teşekkürlerimizi, şükürlerimiz iletir, kabul etmeni dileriz..."

Züleyha’nın ağzından dökülen dualar kalbine merhem oldu. Babasının yanına giderek onu son yolculuğuna dualarla uğurladı.

İnsanın kendi acısı varken dahi başka birinin acısını düşünebilmesi... Kendinden önce başkalarının ihtiyacı için dualar edebilmesi... İnsanın sen boyutunda olabilmesi... Daha da iyisi insanın kendi hayatına dahi dışarıdan, duygularını pasifleştirip bilinç açıklığıyla bakabilmesi... İnsanın gerçeği bilip, gerçeğe uygun hareket edebilmesi...

Züleyha'da ki farkta buydu. Gerçeği algılayıp, gerçeğe tepki veren ve beklentisini en doğru yere yerleştiren bir yapıdaydı. Züleyha, içindeki çığlığı şükre dönüştürenlerdendi...







Okumaya Devam Et

16 Temmuz 2024 Salı

CESARET


Ayaklarını sürüye sürüye eve gelmişti kadın. Kapıyı anahtarı ile açtığında evin sıcaklığı yüzünü okşadı. Bugün ne kadar da soğuktu dedi kendi kendine. Bedeni üşümüştü ama ruhu gördükleri karşısında buz kesmişti. Sıcak çikolata yapıp, her zamanki koltuğuna geçti. Kendini en huzurlu hissettiği köşeydi burası. Yumuşacık battaniyesini dizlerine serdi. Belki unuturum, umuduyla yudumladı sıcak çikolatasını. Ama olmadı.  Bugün gördükleri ne yaptıysa aklından çıkmadı.

Önceden, cesaret denilince çoğumuzun aklına, güçlü kuvvetli insanlar gelirdi.” dedi kadın. Tepki vermek, gücü kuvveti yerinde olan insanın halidir diye kodlanmıştı beyninde. Ama medyada ki görüntülerden cesaretin, kendini göstermek için bunlara ihtiyacı olmadığının birden farkına vardı. “İçinden ne kadar da yanıldım.” diye geçirdi. Anladım ki cesaret, kaybedecek bir şeyin kalmayınca ortaya çıkarmış. Korkuna rağmen yapıp ettiklerinmiş. Kas da, beden de değilmiş, yürekteymiş. Nasıl bir duygu ki, hiç ummadığın zamanda ummadığın yerde fırlıyor insanın içinden.  Neden ilk baktığında anlaşılamıyor ki diye düşündü?  Cesaret, bir mazlumun çatık kaşlarının arasına da sığabiliyordu, bir çocuğun sitemine de, bir kadının haykırışına da…

Yıllardır tuttuğu şiir defterini eline aldı kadın. Epeydir bir şeyler yazmıyordu. Ama bugün medya da gördükleri onu çok etkilemişti. Görmek bile kalbi olan her insanı bu kadar üzerken, tüm bunları yaşamak nasıl bir hissiyattı ki? Yaşamak ve hala akıl sağlığını koruyabilme… Elinde ki kalemle başladı yazmaya;

Kırıldı kolum kanadım; sandım ki bittim.

Bağırmaktan sesim kesildi, lal oldum sustum.

Vuruldum, vuruldum öldüm sandım.

Her vurulduğumda yeniden doğdum.

Yıkıldım sandılar ama yine de kalktım.

Adım Gazze, soyadım Filistin.

Cesareti yeniden yazdım!

 

 

 


Okumaya Devam Et

13 Temmuz 2024 Cumartesi

YİNE Mİ ÇOCUKLAR?


Uykusunu kaçıracak ne vardı ki? "Uff ki uf! Dön dur yatağın içinde. Ölüm de doğum da dünya da var oldukça süregelen iki olay. Yani savaş ve çatışmanın olduğu yerde maalesef ki olağan şeyler. Evet çok can sıkıcı çocukların, kadınların ölmesi ama yapacak bir şey yok!”  diye düşündü.

Yani ne derdin vardı ki sosyal  medyada dolaşacağına, yatıp uyusaydın. O videoları da görmezdin.” diye kendine kızdı. Artık eskisi gibi keyifli reels videoları çıkmıyordu karşısına. “Bizden çok uzakta, Filistin, Gazze toprakları sınır bile değiliz. Neymiş insanlar öldürülüyormuş, bu konularla ilgili haber ve durum paylaşıyorlar. Korkunç. Niye onların derdi bizi neden gerdi acaba? Neden bu sebepten uykum kaçsın ki?

Kahvede duymuştu; “Onlar da topraklarını para için satmışlar,  satmasaydılar canım.” Gerçi geçen televizyonda ünlü bir tarihçi öyle bir şey olmadığından bahsediyordu. Çokta eğlenceli değildi. Geçmiş geçmişte kaldı.” deyip kanal değiştirmişti. Siyonistler Gazze’yi yerle bir ediyor haberleri o kadarda ilginç gelmiyordu. Siyonistlerin  zorbalığını kabul etmiş üç maymunu oynayan ülkeler sayesinde o kadar normalleştirdik ki sıradan bir haber akışı gibi gelip geçen. Yani ortada kendini müdafaa ettiğini söyleyen bir işgalci var, ama aslında ne saldırıya uğramış ne de toprakları gasp edilmiş. Ama insanca yaşamak için çocukları, kadınları yani sivil halkı gözünü kırpmadan öldüren bir siyonist rejim çokta ilgi çekici değil. Hep Hamas denen örgüt yüzünden.” diye düşünürken bir yandan da yorganla savaş ediyordu rahat yatağında Ömer. Dedesi koymuş adını, çocukluğunda sıkça dinlemişti isim hikâyesini. Öyle sıradan olmaz demiş dedesi benim torunum Hz. Ömer gibi cesur olsun, adil olsun diye. Ömer de öyle olduğunu düşünerek büyümüştü. Ama ne vardı da şimdi  uykuları kaçıyordu? “Yani ne olmuş sanki?” diye geçirdi içinden. 

Yabancı bir firmada iyi bir konumda çalışıyordu çok da emek vermişti, kolay olmamıştı. Yabancı menşeili firma olması siyonistleri destekliyor anlamına gelmezdi ki... Yine de canı sıkılmıştı, bir de önüne gelen reels videosu; o camiye gitmek için ağlayan çocuktu. Aman canım, bende ağlardım dedemin peşinden camiye gitmek için, çocukluk işte, bak geçti gitti. Şimdi iş güç cumadan cumaya belki ama bayramdan bayrama hiç aksatmam yani, kendime de haksızlık ettirmem. Daha gencim.” diye aklından geçirdi Ömer. Sonra çocukların cansız bedenleri, gencecik insanların parçalanmış cesetlerini gördüğü video geldi, bir irkildi. Rahatlamak için sosyal medyada sörf yaparken ne gerek var bu tarz videoların olmasına. İnsanın canını sıkıyorlar diye kızmış, engellemişti.

Sabah işyerinin önündeki gösteri neydi öyle? Herkesin işi gücü var neden bu tür şeylere gerek duyarlar? Neymiş siyonistleri destekliyormuş. Firmanın yabancı olması illa da bu mu demek? Yok efendim boykota destek vermemiş, siyonistlere desteğini kessin diye imiş bu kadar yaygara. Kaç kişi ekmek yiyor o firmada haberleri yok!” diyerek yürüyordu. O sırada fark ettiği bir çocuk; Çocuklar ölmesin, Gazze dayan ALLAH seninle.” derken ne kadar da teslimdi, “ALLAH’ım şahit ol yemeyeceğim o çikolatayı.” diye bağırırken gördü onu Ömer. 



Yine mi çocuklar sahnede? Aman bu anne babaların da hiç aklı yok, bacak kadar çocuğu getirmişler. Evinde çizgi film izlesin, oyununu oynasın. Ne işi vardı burada?” demişti.

“Sana mı kaldı çocuk, zalimin zulmüne dur demek?” 

Yine de canı sıkılmıştı, ama niye?

Hala anlamamıştı. Neden uykusu kaçmıştı? 

Uykusu mu kaçtı?

Yoksa derin uykudan mı uyanıyordu? 

Hz. Ömer olma vaktinin doğum sancılarıydı belki…






Okumaya Devam Et

11 Temmuz 2024 Perşembe

YÜZLEŞME

Yoğun bir haftanın ardından evin yolunu zor buldu Aylin. Her güne uyanışıyla pencereye koşar, odasını havalandırır, gökyüzüne ve karşı çatıdaki martılara tebessüm ederdi. Onlarda güne çoktan başlamış diye geçirirdi içinden, bu onu daha da motive ederdi. Sabahları uyandığı gibi limonlu suyunu içer, alarmını hep on dakika önceye kurar, hiç sağa sola dönmeden ışık hızıyla güne başlardı. Evdekiler “Neden bu kadar erken kalkıyorsun?” diye sorunca da;  “Geç kalma riskini çok göze alamam, patronum malum der geçiştirirdi.  İşe ulaşmak için olanca mücadele verir, her güne zorlu başlayınca bir şekilde çözülmesi zor problemlere cevaplarını bulur, sorumluluklarını yerine getirir gününü tamamlardı. 

İki patronu vardı Aylin’in. Ancak herkesin çok sevdiği, model aldığı Haluk Bey bir süredir rahatsızlığı sebebiyle işe gelemedi. Kardeşi Nejat Bey ise en donuk yüzüyle her gün hazır bulunurdu. Şirkette çok iş yapmaz, sadece emirler yağdırırdı. Her gün sayısız baskı verir, verdiği görevlere gün içerisinde hep yenisini eklerdi. İnsanları dinlemeyi hiç sevmezdi. Kendi bildiğini okuma noktasında ustalaşmış, şirkette çalışanlar tarafından çok hoş bulunmayan tavırları ile dikkat çekerdi. Yıllardır kendini çok açık etmemişken birden gerçek yüzünü kardeşinin gelemediği o toplantıda gösterdi. Şirketi kendi tırnakları ile zamanında beraber iki kardeş kurmuşlardı. Fakat süre içerisinde Nejat birilerini çiğneyerek yahut yok ederek büyümenin masum olduğu fikrine kendini ikna etti. Şirket sahibinin artık kendisi olduğunu söyledi, Haluk Bey ile ilgili tek haber vermedi.

Toplantı sonrası kimse ne diyeceğini bilemedi. Aynı bakış açısına sahip çalışanlar bir araya geldi ve konuya ortak bilinç verdi. Yıllardır eve ekmek götürdükleri rızık kapısı acaba doğru kapı mıydı? Haluk Bey yokken burada kalmak doğru bir karar mıydı? Büyük mercekten bakmaya başlayınca her şey gün yüzüne çıktı. Atılan maillerin, şirket verilerinin, son görüşmelerin analizi yapıldı.  Tüm işleri Haluk Bey döndürebilirken, Nejat Bey kötülük dışında hiçbir hamle yapmamıştı. Meğer bunu kaldıramadığı için Nejat, Haluk’un şirketle ilişiğinin kesilmesi adına tüm sahte verileri kendi eliyle hazırlamıştı. Sürecin başından sonuna kadar durumu değerlendirmek, zayıf yönlerini analiz etmek nasıl da puzzle’ın parçalarının birleşmesini sağladı. Tabi hepsinin bu noktada artık tarafını belli etmesi gerekliydi.  

Az ile yetinen, huzurlu çalışma ortamı arayan, gelişmeyi üretmeyi seven ama bunu birleşerek el ele yapmak isteyen, şirketin büyümesi ya da çeşitlenmesi derdinde değil mevcut rızık teknesinin sürekliliğini sağlamak için mücadele vermek isteyen tüm çalışanlar verdikleri ortak bir kararla istifa etti. Nejat Bey neye uğradığını şaşırdı, kimseyi dinlemeyi sevmeyen o adam insanlarla görüşme talebinde bulundu ama çok geç kaldı. Şimdi ne olacaktı?

Önce kardeşini, sonra tüm verimli çalışanlarını kaybetti. Kendisinin hiçbir çözüm becerisi yokken, şu ana kadar hiçbir yük almamışken,  bu şirket nasıl devam edebilecekti? Sadece odasında oturup kahvesini yudumlamak, günlük gazetelere göz gezdirmek, film izlemek, hırslarına yeni hırslar eklemek ona göre güzeldi şimdi ne yapacaktı? Çalışanların odalarına girip düşünceli düşünceli dolaşırken, masalardan birinde bir not buldu. “Bu hayatta her seçim, aynı zamanda bir vazgeçiştir” yazıyordu notta...

Bu her iki taraf için bir seçimdi, ve aynı zamanda çoğu şeyden de vazgeçildi... Kimisine ilaç gibi geldi, kimisine ceza, kimisine cevap... Çünkü herkes er geç yapıp ettiğinin karşılığını görecekti. Nejat’ta illaki oluşturduğu sebeplerin sonuçlarıyla yüzleşecekti. Mesele insanın  kendi hayatına büyük mercekten bakabilmesiydi. Ancak Nejat bunu zamanında yaptığı seçimlerle ne yazık ki başarabilmiş değildi... Ve şimdi, bugüne kadar yaptığı seçimleriyle beraber, vazgeçtikleriyle de yüzleşme zamanı gelmişti...

Her seçim  aynı zamanda bir vazgeçişse, o halde insanın sürekli iyi seçimler yapan,  iyi tarafta olabilenlerden olması gereklidir. Doğru ve güzel seçimler yapıp, kötüden vazgeçenlerden olabilmesi fazlasıyla kıymetlidir...




Okumaya Devam Et

AND AFTER THAT?


Would we one day want to lose our most precious, dearest child, forever? Even the thought of it makes us sad... Thinking about their absence makes us emotional...

Can we imagine that one day our peaceful house, which we’ve furnished with great enthusiasm and turned into our palace, might collapse and be destroyed in an earthquake? Even talking about it makes us uneasy...

Our endless fights for some jewellery, the car we’ve purchased with huge debts, our beloved spouse who we will sacrifice our lives for, and the fact that our life will collapse when our professions are taken away from us, will one day make no sense anymore…

Just like the most beautiful rose fades in the end, will one day everything come to an end...

Even if the one who loves the rose endures its thorns, that ending is very painful. Even if we are not ready for the end, it will definitely knock on our door one day...

We didn't think and understand our limited, precious time. Oh if only we could turn back time... If only we could turn it back to be aware that it will end one day, and appreciate its presence.

But we do not have such authority. The time is up! Our hands are tied.

There is nothing we can do but accept it.

Just like the ongoing badness in the world. The cruel war will eventually stop. One day, the oppression will end. 

And then?

What do the cruel’s think will happen? 

Will they get away with it?

As our elders said; "what goes around comes around!"

And after the end, the cries of the oppressors with regret echo in our ears: "Oh, if only we could turn back time!" 



But what was it? After time’s up, our hands are tied. There is nothing we can do except accept it.

Now, we still have time. As it is said in the song; "Time is on my side, yes it is

Time is on my side, yes it is..." Our time is not over yet. Whatever we do now, is for our profit. Whatever we do is to our advantage.

The oppressors also have time. For now, they destroy and burn. Homes as well as dreams. They are mocking the victims and not afraid. As if they won't be held accountable. They are not upset, they do not care. As if they are insensitive. They are currently mocking the oppressed. 

But what so after? 




Okumaya Devam Et

9 Temmuz 2024 Salı

SİZ BENİM KİM OLDUĞUMU BİLİYOR MUSUNUZ?

Haziranın son haftasına girilmiş, kavurucu sıcaklar yerini hafif bir esintiye bırakmıştı. Kimsecikler işine gitmek istemiyor, ev işleri ise ağır bir yük gibi geliyordu. Okulları artık tatil olan çocuklar ise anneanneleri ve dedelerinin sıcacık yuvasında her gün bayram ediyordu. 

En sevdikleri yemekler her akşam sofrada yerini alıyor, bahçede dedeleriyle top oynuyorlar, sıkılınca da sakince oturup kitap okuyorlardı. Bazen de hiç şüphesiz anneannelerinin en sitem ettiği şekilde evin altını üstüne getiriyorlardı. Sonuçta torundu, baldan tatlı gelirdi değil mi? Amaaa bu kadar yeğenin yaz dönemi bu kadar fazla gelmesinden, evin hengamesinden sitem etmeye başlayan biri vardı; Emre. O son süreçte bambaşka bir dünyada yaşıyor gibiydi. Yeğen aşkıyla yanıp tutuşan Emre, artık çocuklara nasılsınız diye bile sormamaya başlamıştı. Her gün farklı bir macera ile gündeme geliyor, sürekli birileri arkasını toplamak durumunda kalıyordu. Aile fertleri bu değişime inanamıyordu.

Evde herkesin iletişim kurmakta artık zorlandığı, yeğenlerin dayılarını hiçbir şekilde anlayamadığı bir sürece giren Emre.

Emre bir şirkette yöneticiydi. Her fırsatta bu etiketini dile getiriyor ve bu her defasında karşı taraf için daha irrite edici bir hal alıyordu. Bir gün evde misafirler vardı, akşam son model arabası ile evin bahçesine giriş yaptı, aracı kıpkırmızı ve göz alıyordu. Arabasına binen, parfüm kokusundan nefes alamazdı. Geldiği daha öteden belli olurdu. Sürekli biraz daha fazla fark edilme çabasıyla insanları yormaya başlamıştı.

Emre yıllarca aynı şirkette mücadele vermiş başarılı bir çalışandı, fakat yönetici olmasıyla birlikte olay bambaşka bir yere vardı. Kendi çalıştığı süreçte yöneticisi ona elinden geldiğince destek olmuşken kendisi aynı konumda sürekli birilerini azarlamaya başlamıştı. Her seferinde bakın ben kimim, benim kim olduğumu sakın unutmayın vurgusu ile farklı bir insana dönüşmüştü. Her gün bir adım daha değişkenlik gösteriyordu. Eskiden şirkete girdiğinde yüzünde güller açan, günaydın demediği kalmayan Emre, artık asık bir yüzle içeri giriyor; kapalı alanda bile neredeyse güneş gözlüğü ile geziyor ve dik yürüyüşü, sert duruşu ile herkesin kendisinden korktuğuna inanıyordu. Bir ay geçtikten sonra bir sürü kişiyi işten çıkarmaya karar verdi. Birçoğu evli ve çocuklu olan çalışanlar, neye uğradığını şaşırmıştı.

Evde ailesi bu değişime şaşkın, iş yerinde iş arkadaşları yorum yapamaz haldeydi. Dostları ile artık daha az görüşüyor, görüştüğünde de sürekli gücünü vurguluyor; en güzel fikirlerin kendinde olduğunu iddia ediyor, kimseyi konuşturmuyordu. Dostları da her seferine daha çok kaygılanıyor ve kendisiyle görüşmeyi gitgide azaltıyordu. 

  • Peki insan böyle nasıl 360 derece değişebiliyordu? 
  • İnsan imkanları çoğalınca niçin şımarmaya bu denli meyilliydi? 
  • İnsanın davranışları neden bu kadar sert geçişlerden ibaretti? 
  • Kimlik değişince niçin kibre girebiliyordu bu insan? 
  • Hikmeti nasıl bu kadar kendinden bilebiliyordu?     

              

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; Var olmaya çalışan yok olur.

Mesele ne arabaydı, ne iş yerinde verilen o büyük oda, ne de deri koltuk. Mesele ne güçtü, ne de verilen o yetki. Mesele sadece bulunduğun yer ne ise oranın hakkını vermekti, nereden geldiğini unutmamak, karşıdakini düşünmek, düşünerek konuşabilmek ve eylemlerini buna göre dizayn edebilmekti. Mesele o annenin babanın gönlünü hoş tutabilmek, o çocuğun başını sıvazlayabilmek, o iş yerine tebessümle girip çıkabilmek, mesele baskı anında tepkilerini kontrol edebilmek…

Mesele siz benim kim olduğumu biliyor musunuz vurgusunu yinelemek değil, her şeyin gelip geçici olduğu farkındalığı ile bulunduğun yolu ve etrafı çiçeklendirebilmek.

Yani bütün mesele insan olabilmek…





Okumaya Devam Et

6 Temmuz 2024 Cumartesi

NİYET

Işıl ışıl bir yaz akşamında ılık bir rüzgâr esiyordu. Ay bir yandan gülümsüyor, yıldızlar pırıl pırıl parlıyordu. İş arkadaşlarının kimisi, memleketine çoktan gitmiş yaylanın soğuğunda sobada pişen çaylarını yudumluyor, mısırlarını yiyor; kimisi ise sıcacık kumsallara kendini çoktan atmış denizin tadını çıkarıyor, akşamında ise sahilde yürüyüş yapıyordu.

Mine, Temmuz’da tam üç haftalık tatiline çıkacakken ve son hafta onun için oldukça önemli olduğu halde, doğumu yaklaşmış ve süreci sıkıntılı olan iş arkadaşına izne çıkma noktasında öncelik verilmesini patronundan talep etti. Aylardır çalışmış iznini kullanmamış, Temmuz’a göre kendisini ayarlamıştı. Ancak ekstra bir durum olunca destek vermenin gönlünü rahatlatacağını biliyordu. Arkadaşı ise bir süre hastanede yatacaktı. Mine işini aynı titizlikle yapmaya devam etti. Patronu her seferinde teşekkürlerini dile getiriyor, partneri ise bu jestini asla unutmayacağını söyleyerek her gün Mine’ye dualar ediyor ve süreci ile ilgili onu bilgilendiriyordu. Bir hafta, iki hafta derken Mine’nin hiç şikâyet etmeden, tebessümü hiç eksik etmeden sürecini devam ettirmesi herkesin dikkatini çekiyordu. 

Yetişmesi gereken tüm veriler erkenden yetişmiş, departmanında tek başına dev kadro olabilmişti. Diğer departmandaki arkadaşları da ellerinden geldiğince desteklerini eksik etmiyordu. Mine zorlandığı yerlerde çok daha hızlı ve akıllıca hamleler yapmaya başlamış, yıllardır sıkıntı çektiği detayları bir çırpıda yapabilir hale gelmiş, çözüm marifeti şaşılacak seviyede artmıştı. Patronu Mine’yi yanına çağırdı ve bu süreçteki duruşunu takdir ettiğini, çok iyi bir rol model olduğunu gözlemlediğini söyledi. Sonra, vaktinden önce düşünülen ve planlanan tüm belgeleri ilettiği için Temmuz üçüncü hafta itibariyle bir ay tatili olduğunu söyledi. Mine ne diyeceğini bilemedi, gözlerinin dolmasına da engel olamadı…

Niyeti öyle güzeldi ki, ihtiyaç gidermeyi öncelik yapmıştı zira ortada acil bir durum vardı. Ancak olaylar öyle dizayn oldu ki, tam istediği zamanda tatiline çıkacak ve bir hafta da ek olarak tatil yapabilecekti. Hem kendisine hem de sevdiklerine vakit ayırabilecekti. Düşünüp de uygulamaya dökemediği birçok şeyi yapabilirdi. Arkadaşının hastanedeyken durumu daha iyiye gitti, sağlıkla evladını kucağına aldığı bilgisi de aynı gün geldi. Mine bir kez daha anladı ihtiyaç gidermenin ne şifalı bir detay olduğunu...


Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; İhtiyaç giderenin ihtiyacı giderilir.

İnsanın niyeti ne kadar güzelse, akıbeti o yönde şekillenir. Mesele o tebessümü elden bırakmadan, yük alındığında şikâyet etmeden yol almaya çalışabilmektedir. Sonucu düşünmeden hareket edince o yollar açılır. Birinin yarasına merhem olunca, hiç olmadık anda insanın yaralarını kapatacak güzellikler yaşanır.

Her daim güzel niyetlerle, ihtiyaç giderenlerden olmak dileğiyle…





Okumaya Devam Et

4 Temmuz 2024 Perşembe

BİR KÜÇÜK HAYAT MESELESİ -IV-

 

Bir Küçük Hayat Meselesi

Merhaba sevgili günlük. Uzun zamandır sana yazamıyorum. Sana güzel şeyler yazmak istediğimde, hayat ile ilgili öğrendiklerimi yazmak istediğimde seninle baş başa kalıyorum ve hayat benim için o an duruyor. En sevdiğim vakit seninle geçirdiğim vakit. Ama bu sıralar yazacak güzel şeyler yok. Kendime keyif veren şeyleri yaptığımda da kendimi mahcup hissediyorum. Kalemi elime almak için dahi motivasyonum yok.  

Ama ben yazdıkça içimdeki yük de gidiyor. Kalemle kağıda döktüğümde içimdekiler somut hale geliyor ve zihnim bir nebze olsun rahatlıyor. Hayatımda yapmak istediğim hedeflerim de daha belirgin hale geliyor. 

Peki benim derdim mi ne?

Sevgili günlük, şu an dünyada akıl almayacak olaylar oluyor. Aslında herkesin aklının almaması lazım ama insanlar hipnozda gibi adeta. Bir dalgınlık mı desem, bir gamsızlık mı desem, yani ne bileyim sanki dünyada vahşet yokmuş gibi davranıyorlar. İnsanlar yıllarca emeklerini verdikleri evleri, içinde kah sevinç kah hüzünlü oldukları yuvalarından oldu. Her şeyden sakındığı, yetiştirirken ilmek ilmek işlediği yavrusunu kefenlerde gören anne-babalar... Kendi anne-babasını kanlar içinde gören minikler... Yazarken bile içimde acısını hissediyorum.... Kim bilir kendisi ne korkunç bir acıdır... Çocuklar şu an benim ülkemdeki gibi parklarda olması gerekirken, gençlerin okullarda bir şeyler öğrenmesi kendi hayatları ile ilgili hedeflerini gerçekleştirmek için planlar yapması gerekirken... Şu an ölmemek için ailelerini kaybetmemek için gayret ediyorlar. 

Sosyal medyaya çok girmeyen ben, sırf haberdar olmak için her gün elimde telefonla geziyorum. Arkadaşlarım “beğendiğin çocuğu mu stalk'luyorsun?” diyorlar, sanki beni tanımıyorlarmış gibi. Anlamıyorum, kimse kimseyi tanımak için de bir gayrete girmiyor. Kendisiymiş gibi karşı tarafı değerlendiriyor. Ve bu beni ayrıca üzüyor ve hiddetlenmemi sağılıyor. Neyse bu konu için sana başka zaman yazarım. Şu an tek konuşmak istediğim konu GAZZE. Ve herkes de sadece bu konuyu konuşmalı. Çünkü şu an konuşulmayı hak eden tek konu bu...

Öğretmenim bana kızdı, annem arkadaşıma gitmeme izin vermedi babam az harçlık verdi... Bu konular konuşulmaya, gündem edilmeye değmeyen konular. Daha güzel olmak için güzellik merkezine gitmeyi dert edinmek... Sevdiği yemek akşam yapılmadı diye kızmak... Gittiği mekanda doğru açıda, doğru ışıkta fotoğraf çekmek için gayret etmek…. Ne bileyim çok anlamsız geliyor bizim bu dertlerimiz, orada insanların canlarıyla uğraşırlarken... Bazen akşamları sıcak yatağımda uyumaya utanıyorum, yemek yemeye, karnımın doymasına utanıyorum... Onlar orada çadırlarda, yemek bulamamış, aç toprağın üstünde uyurken…

Bir Küçük Hayat Meselesi

Ama benim asıl anlamadığım insanlar nasıl bu kadar hiçbir şey yokmuş gibi hayatlarını devam ettirebiliyorlar... Bu hayatta her canlı çok değerli. Hayvanlar bitkiler, insanlar… Ama görüyorum ki insanlar hayvanların canı için konuştuğu kadar duygulandığı kadar içselleştirdiği kadar Gazze’deki çocukları dert edinmediler. 

Sana daha önce de yazdığım gibi insanların doğrusu yanlışı çok farklılaştı. Bir söz duymuştum; “Yanlış konularda hassasiyet… doğru konularda kabalaştırır. Yanlışın müsrifi olanlar, doğrunun da cimrisi olurlar.”

Bu sözü duyduğumda aklımdaki o soru da cevaplandı… Kendimizi bir yoklamaya ihtiyaç var, benim doğrularım gerçekten doğru mu? Yanlışlarım gerçekten yanlış mı? 

Peki senin doğruların ve yanlışların ne durumda günlük?




Okumaya Devam Et