27 Şubat 2025 Perşembe

BEN BİR SU DAMLASIYIM


Ben bir su damlasıyım… 

Gökten yere, yerden göğe uzanan bir yolculuğun parçasıyım. Bir araya geldikçe deniz olur, ayrıldıkça toprağa süzülürüm. Var oluşum yaşamın kaynağıdır; yokluğumda hayat solar ve durur. Çünkü ben suyum ve her zerremde hayat taşırım. Ne zaman bir tohuma dokunsam, orada filizlenen bir umut olurum. Tüm canlıların damarlarında dolaşır, varlıklarına güç katarım. Az olduğumda toprak çatlar, nehirler kurur, yapraklar solar. Fazla olduğumda ise taşarım, sel olurum.

Ben bir su damlasıyım…

Şekilden şekile girerim ama özümü kaybetmem. Soğuk beni dondurur, kar ve buz olurum. Ama bu bir son olmaz; güneş doğduğunda tekrar akışkan hale gelir, yeniden yola koyulurum. Sıcaklık beni göğe yükseltir, buhar olurum, havaya karışırım ama er geç tekrar yağmur olup toprağa düşerim. Hiçbir hâlim boşuna değildir; her değişimim bir amaca hizmet eder. Dengeyi koruduğumda yaşamı beslerim ama aşırıya kaçtığımda felakete dönüşürüm.

Ben bir su damlasıyım…

Sürekli bir döngü halindeyim, hareket etmek zorundayım. Hareketsiz kalırsam zamanla kirlenir,  kokar veya varlığımı kaybederim. 

Ve sen, insan…

Oku beni. Çünkü sen de benim gibi olabilirsin. Bazen durgun bir göl gibi sessizleşirsin, bazen coşkulu bir nehir gibi akarsın. Durgun olduğunda dinlemeyi öğren. Ben nasıl gökyüzünü, ağaçları ve martıları içine alıp yansıtıyorsam, sen de sakinken çevreni algılayabilirsin. Çünkü en net görüntü, en az dalganın olduğu yerde ortaya çıkar.

Coşkulu bir nehir olduğundaysa, akmaktan korkma. Düşüncelerini, hislerini paylaş. Su, aktıkça hayat verir. Sen de aktar; bilgini, sevgini, neşeni başkalarına taşı.

Bazen hayat kolaydır, bazen zordur. Ama her hâlinin bir vakti ve kıymeti vardır. Tıpkı benim bazen su, bazen buz, bazen buhar olmam gibi… 

Her şey geçicidir. Önemli olan, bulunduğun yere ve zamana göre en doğru hâli almaktır.

Her mevsimde rahmet ol. İnsanlar sende hayat bulsun. 

İnsanların hayatına sessizce dokun varlığınla iyi gel ve yokluğunda aranılan ol…

Ve unutma, bazen fazlalığın zarar verir. Tıpkı sele dönüştüğümde önüme kattığım her şeyi alıp götürmem gibi, sen de bazen haddinden fazla yük taşırsan kendine ve çevrene zarar verirsin. 

Dengede kal. Azı kurutur, fazlası boğar. Orta yolu bul, akışını doğru yön ver.

Ben bir su damlasıyım…

Hayatın kendisiyim. Akıştayım.

Sen de öyle ol,

Akışta kal,

Su gibi ol...

 


Okumaya Devam Et

25 Şubat 2025 Salı

SESSİZLİK

Sessizlik

Zaman ne kadar çabuk geçmişti… Yüzüne sonbaharın hafif serin rüzgarı çarparken, kendini bir parkta buldu Pervin.  Doğa sararmış ve kızarmış yapraklarla süslenmişti. Oldum olası yaprakların üzerine basarken çıkan hışırtı sesi hoşuna giderdi. Derin bir sessizliğin içinde sadece rüzgarın ve yaprakların sesi vardı. Kendini çok huzurlu hissetti.

Sabahın çok erken bir saatiydi. Yürüyüş yapma ihtiyacı duyduğu için bu parka gelmişti. Aslında kendi ile randevulaştığını çok sonradan anlayacaktı…Gözüne bir bank erişti, manzarayı izlemek için, içini çekerek yavaşça oturdu. Doğa kabuğuna çekilmeye başlamıştı ve yeni bir uyanış için sessizleştiğini düşündü. İnsan da böyle değil miydi zaten? Önce hayatında bir hareket, anlam veremediği bir koşuşturmacası olur. Sonra da bir dönem durma ihtiyacı hissederdi. Tıpkı sonbahar gibi. 

Şu an kendi yaşamındaki bir dönemin sonbaharına gelmişti. Dönüp geçmişe baktığında neler yaşamışım ben diye geçirdi içinden. Hayatında ne yaparsa yapsın olduramadıkları vardı. İstediği sonuçlara ulaşamamanın vermiş olduğu mutsuzluk ve hayal kırıklığı onu ne kadar da yormuştu. Her işe koşmasına, her denileni yapmasına, herkesi mutlu etmeye çalışmasına rağmen yine de aldığı sonuçlar istediği gibi olmamıştı. Seçimleri onun bu hayatı yaşamasına sebep olmuştu. Önceden hep birilerini suçlardı. Hatanın kendisi ile alakalı olduğunu aile içindeki şiddetli bir kavgadan sonra anlamıştı.

Sessizlik

Kırgınlıkları onu kendi kabuğuna çekilmeye zorlamıştı. İşte bu kendine dönüş sırasında birden iç sesi ona dedi ki;Sürekli aynı şeyleri yaparak, farklı sonuçlara ulaşamazsın.”   Sanki uzun zamandır aradığı cevap buydu. İnsanlar onu anlamasa da; sen çok değiştin dese de o artık yolundan dönmeyecekti. Netleştikçe, zihninde taşlar yerli yerine oturdukça, kendine gelmeye başladı. Mecbur kalmadıkça kimseyle görüşmek istemediği bir dönemdeydi. Önceden olsa her şeye koşar, her davete icabet ederdi. Bunu yaparken de görevmiş gibi hareket ederdi. İnsanlara eskisi gibi davranmak istemiyordu. Bu sessizlik onun kendi ile buluşmasına, kendi ile yeniden tanışmasına vesile olmuştu. Fazla insan, fazla ilgi, fazla iş, fazla fedakarlık onu çok yormuştu. Artık kimseden bir şey beklemiyordu.  

Evet tam bir yıl önce bu parkta, bu bankta otururken bunları düşünmüştüm. İyi ki o gün, o kararları almışım, iyi ki fark etmişim sorunun kendimle alakalı olduğunu. Hoş geldin yeni kendim, hoş geldin. İyi ki geldin.

Yüzüne oturan hafif bir tebessümle yerinden kalktı. Şimdi yeni bir bahara yelken açma zamanı gelmişti… 

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; insan sürekli aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar elde edemez. Kıvamı kaçırdığı her yerde problem yaşar. Kıvamında iş, kıvamında sohbet, kıvamında arkadaş, kıvamında eğlence, kıvamında fedakarlık… yapmak gerekir.




Okumaya Devam Et

22 Şubat 2025 Cumartesi

BEYAZ MUTLULUK

Elif, gözlerini açar açmaz perdeyi aralayıp pencereden dışarı baktı. Karçatıları, ağaç dallarını, yolları kaplamıştı. Manzaraya dalıp gitti, ne de güzel görünüyordu. Bütün renkler beyaza teslim olmuştu adetaFırtına da dinmişti. Gece birkaç kez korkuyla sese uyanmıştıçatıyı uçuracak sanmıştı Elif. 


Bir müddet hareket etmeden pencereden dışarıyı izledi. Havayla beraber içerisi de çok soğumuştu, üşüdüğünü hissetti. Yatağına gidip tekrar uyusa mıydı, kendisine kahve yapıp, üzerine de battaniyesini alarak manzaranın tadını mı çıkarsaydı; karar veremedi bir an. Sonra en iyisi filtre kahve eşliğinde şu manzarayı izlemek olur, dedi. 


Kar geçen sene yağmamıştı, bu sene de yağmak için çok gecikmişti. Acaba darılmış mıydı insanoğluna, kendisine ettikleri sitemler için?” diye düşünmüştü bir ara. Kendisini özletince “Beyaz çile” dediğinin yolunu bile nasıl da gözlüyordu insan. Kar geliyor diye nasıl da mutlu olmuştu herkes. Sahi eksikliğini hissetmediği şeyin kıymetini neden bilmezdi ki insan? İlla bir şeyin yok olması mı gerekir kıymetini anlamak için? Canı sıkıldı bir anda. Kendisi de sevdiği insanlara karşı eksikliğini hiç hissettirmezdi. Onların iyi günlerinde, kötü günlerinde hep yanlarında olurdu. Kıymetini bilen mi vardı sanki! Acaba kendisi de şu yağan kar gibi kendisini özletse miydi? Belki anlarlardı o zaman kıymetini.


Derin düşüncelere dalmıştı Elif. Kahve makinesinin sesi çıkardı kendisini iç dünyasından. Kahvesi hazırdıfincana koydu. “Eveeeet kahvemiz hazır. Pembiş battaniyemizi de alalım.” Yumuşacık battaniyesine sarıldı, pencerenin yanındaki koltuğuna oturdu. Karanlık, kasvetli havaları oldum olası sevmezdi. Sokağa baktı, yavaş yavaş hareketlilik başlamıştı. İnsanlar kardan ve soğuktan korunmak için kıyafetlerini sıkıca giymiş, kayıp düşmemek için yavaş hareketlerle ilerliyorlardı. Arabalar dörtlerini yakmış, kaza yapmamak için temkinli bir şekilde ilerliyorlardı.  Kahve fincanını avuçlarının arasında sıkıştırıp: “İyi ki bugün evdeyim!” dedi mutlulukla.


İnsanlar, sokaktaki karların üzerine kendilerine has izler bırakmaya başlamıştı. Yollarda tekerlek izleri, kaldırımda büyüklü küçüklü ayak izleri, minik pati izleri... Her şey kendisinden bir iz bırakarak hedefine doğru ilerlemeye devam ediyordu. Mırıldanarak, “Kendileri gidiyor ama izleri kalıyor. İzleri de gitseydi ya, kendileriyle güzelim görüntüyü bozuyorlar.” Nedense sonra bir düşünce aldı kendisini. Kar masum beyazlığıyla insana bir şey anlatmaya çalıyordu sanki. Beyaz sayfaya yazılan satırlar gibi… İnsan geçtiği şu karlı yola bıraktığı izler gibi yaşadığı olaylarda da iz bırakmıyor muydu?  

Kahvesinden bir yudum daha aldı. Bir an gözü sokaktaki kırık ağaç dalına takıldı. “Aaaa, ağaççığın dalı kırılmış yazık! Fırtına yaptı kesin. Çatıyı da uçuracaktı. Nedir şu fırtınalardan çektikleri güzelim ağaçların! diye söylendi. Sonra gökyüzüne, ilerdeki kara bulutlara kaydı gözleri. Yerlerinde sabit durmuyorlar adeta akıp gidiyorlardı. Biraz önce söylediği cümleye atıfta bulunup gülerek: “Şu koca bulutları getirip götüren güçteki fırtınaya mı kızdım ben? Zavallı ağaç dalı ne yapsın bu güç karşısında kırılır tabi. Ama yine de üzücü ya dalın kırılması...”

Kar şiddetini iyice arttırmaya başlamıştı, izleri kapatmaya bile başlamıştı.  Meteoroloji söylemişti aslında çok kar yağacağını. 


Fırtınanın beraberinde kar bulutlarını getirdiği görüntüyü izlemişti televizyondan. “Önceden bilip hazırlıklı olmak büyük konfordu gerçekten. Hayatta her şeyi böyle bilseydik keşke, ne de güzel olurdu. diye düşündü.



Aklına bazen muzip düşünceler gelirdi Elif’in. Birden ayağa kalktıelinde hayali bir mikrofon, karşısında hayali insanlar varmışçasına, ciddiyetle

-Akıncı fırtına birlikleri gelip bazılarımızın kolunu kanadını kırdı. Pes ettik mi? 

-Hayıııır!

- Ardından kara bulut orduları geldi mi?

- Eveeettt

-Göbeklerine sakladıkları kar mermilerini üzerimize yağdırmaya başladılar mı? 

-Eveeeettt

-Pes edecek miyiz? 

-Hayıııır!

-İzlerimizi adım adım takip ediyorlar, farkında mıyız? 

-Eveeeet!

Kendi sorup kendi cevapladığı bu diyalogdan sonra katıla katıla güldü. Kendi kendine eğlenmeyi iyi bilirdi. “İyi bir kendisi olmalıydı insanın.” çünkü böyle olunca başkasına ihtiyaç duymadan da eğlenebiliyordu insan. Elif’i olumsuzluklara rağmen güçlü yapan yönlerinden biriydi bu. Kendisiyle barışıktı. Battaniyesine sarılıp koltuğuna oturdu. 


Diyalogdan önceki konuya devam ediyormuşçasına ve alçak bir sesle: Eğer bilseydik çok kolaylaşırdı hayatımız…” dedi tekrardan.

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki: “Hayatta her şey olmadan önce işaretini verir ve her şey olduktan sonra izini bırakır.

Bazı işaretleri ve izleri okumak kolay iken bazılarını okumak zordur. Okumasını bilene zor görünen de kolaydır aslında…




Okumaya Devam Et

20 Şubat 2025 Perşembe

NET MİYİZ?

Yorucu bir gün olmuştu Ayşe için… Çocuklar uyuyunca biraz da olsa kendiyle kalmak istemiş ve öylece oturup kalmıştı. Ne kadar da yorucuydu şimdiki çocuklar, neden böyle olduklarını anlamak kolay değildi. Oysaki onlara sunulan imkânlar, seçenekler oldukça fazlaydı. Kendi çocukluğuna gitti bir an… İmkânlar kısıtlıydı seçenekler oldukça azdı… Yemeğe oturduklarında annesi ne pişirse evdekiler onu yer, karınlarını doyurur, “Ellerine sağlık.” derdi. “Ben bunu yemem, bana şunu yap!” demezdi kimse. Peki şimdi öyle miydi? 

Kendi çocuklarına, etrafındakilere; arkadaşlarının çocuklarına bakınca, memnun etmek ne kadar zordu. Anneler çocuklara göre hareket ediyor, onların sevdiği yemekleri hazırlıyordu ama yine de çoğu zaman çocuklar memnun olmuyordu. Kendi çocukluğu ve şimdiki çocuklar arasındaki bu büyük fark neden olabilir, diye düşünmeden edemedi… Kendi çocukluğunda aslında çok netti her şey. Anne babanın sözü dinlendirdi. Evde ne pişse yenirdi çünkü başka seçenek sunulmazdı. Başka seçenek olmadığını bildiklerinden, başka bir şey istemek akıllarına bile gelmezdi. Şimdi ki çocukların ne kadar da çok seçeneği vardı. Bu kadar seçenek arasında da belirsizlik yaşıyor ve bu belirsizlikle seçenekler arasında gidip gelirken, anne babalarını da bunaltıyorlardı. Belirsizlik çok yorucuydu aslında tüm insanlar için, pek çok örnek görmüştü bununla ilgili. Belirsizlikler kalkıp da netlik sağlandığında çok daha kolaylaşıyordu her şey.

Büyük kızının üniversite sınavı sonrası, tercih yaparken ki halini hatırladı bir an. Ne istediğini bilen bir çocuktu. Hayali hep öğretmen olmaktı. Tıp fakültesini kazanabilecek bir puanı olmasına rağmen öğretmen olmak için o kadar net durmuştu ki; bir türlü onu ikna edememişlerdi. Kızının şu anki huzurunu, mutluluğunu görünce "İyi ki de bize karşı net durmuş..." diye geçirdi içinden.

Sonra kendi gitgellerini hatırladı... Hayır demek istediği halde diyemediği zamanları çok canını yakıyordu.  Herkesin fikrinden etkilenip, vazgeçtikleri aklına geldikçe içi yine acıdı. Gözleri doldu... Dur demek, kendi hayatının kontrolünü eline almak bu kadar zor olmamalıydı. Kızının o dik duruşunu görmek, onu cesaretlendirdi. Problemlerinin net olmayışından kaynaklandığını anlamıştı anlamasına da şimdi ne yapacaktı? O gün kafasında hep bu soru vardı. İnsanlara hayır diyemediği için ya kendisi mutsuz oluyor ya da vazgeçiş için çareler arıyordu. O yüzden karşıdaki insanların tepkileri ile karşılaşıyordu. Ayşe derin bir nefes aldı. "Bu böyle devam edemez..." diye düşündü. Bu kez bir karar alması gerekiyordu, ama net bir karar.

Ne yapmayı istemiyorsa, neler onu mutsuz ediyorsa hepsini tek tek yazdı. Ardından, yapmak istediği şeylere odaklandı. O gün, ilk defa küçük bir hayır dedi. Önce evde küçük bir talebe, sonra bir arkadaşının ısrarına... İstemediği şeylere net bir şekilde dur diyebilmek, omuzlarından bir yük almış gibiydi. Netlik... Ne güzel bir şeydi... Kapının önüne gelen kedi bile insanın netliğine göre hamle yapıyor. Ev sahibi bir gün içeri alıp bir gün almadığında o da hep sınırları zorluyordu. "Meğer ne kadar önemliymiş." dedi içinden net olmak. İnsan tutarsız davrandığında netliği de ortadan kalkıyor. Çevresindeki kim varsa sınırlarını delip geçiyor.

Elbette başta her şey -mış- gibi olacaktı. Yeni sınırlar çizmek kolay olmayacaktı ama artık faydaya doğru attığı her adımın onu zarardan da uzaklaştırdığını bildiğinden içi rahattı. Çünkü bu hayatta emin adımlarla yürüyebilmek için gittiğin yolun gerçekliği gerekir. İnsana netlik katan bu gerçekliktir.

Her ne ise insanı o gerçeklikten alıkoyan, farkına varabilmesidir mesele…

 ***

Yollarımızın hep gerçeğe çıkması ümidiyle… 






Okumaya Devam Et

18 Şubat 2025 Salı

İSTEK Mİ? İHTİYAÇ MI?


İnsan zanneder ki hayatı hep bir istikrar da bir düzen içinde geçecek. Ama işler bazen bizim planladığımız gibi gitmez. Nermin de bir müddettir hayatında planlamadığı, belirsiz bir dönemin içindeydi. O gün erkenden kalkıp, yola koyuldu Nermin. Çalıştığı iş yeri ekonomik bir dar boğazdaydı. İşveren birkaç zamandır maaşları ödemekte zorlanıyordu. Birkaç kişiyi de işten çıkarmışlardı. O da tıpkı diğer çalışanlar gibi sıkıntıya düşmüştü. Üç aydır kirayı da ödeyememişti. Neyse ki ev sahibi anlayışlı bir insandı da o konuda çok bunalmamıştı. 

Bugün için işveren, işçilerine kısmi olarak birikmiş maaş ödemesi yapacağını söylediğinde çok heyecanlanmıştı Nermin. Sonun da borçlarını ödeyebilecekti. Evin de bir sürü eksik vardı. Daha önce canı ne çekiyor ne istiyorsa alır, paranın hesabını pek de yapmazdı. İlk defa bu kadar sıkıntıya düşmüştü. Heyecanla bankanın önüne geldi, para kartını çıkardı. Evet, sonunda bir miktar eksikte olsa birikmişlerle beraber maaşı yatmıştı. Omuzlarından büyük bir yük kalktığını hissetti. "Çok şükür, kirayı öder, temel ihtiyaçları alırım!" diye geçirdi içinden. Parasını itina ile çantasına koydu. "Şimdi alışverişe çıkabilirim..." dedi kendi kendine.

Güneşli bir bahar sabahıydı. Ilık rüzgâr keyfine keyif katmıştı. İçini huzur kapladı. Rahatlamıştı artık. Yolda yürürken ne alacağını planlıyordu. Tam ihtiyaçlarını düşünürken karşısına çok güzel deri çantalar satan bir mağaza çıktı.  Vitrine yaklaştı. "İnanmıyorum!, "Uzun zamandır hayalini kurduğum marka çanta indirime girmiş, bu harika! Bugün şanslı günümdeyim..." dedi, gülümseyerek.  Hem maaşı yatmış hem de istediği model bir çanta ile karşılaşmıştı…

Nermin, vitrinin önünde duraklayıp uzun bir süre baktı. İçinde bir yerlerde, evdeki eksiklerin, ödenmemiş faturaların ağırlığı vardı. Ancak o an, vitrin karşısında parlayan çanta bunları unutturuyordu. Ayakları onu mağazaya doğru çekiyordu. Adım adım içeri girdiğinde, raflarda dizili sayısız çanta arasından, hayalindeki modele doğru yürüdü. Satış görevlisi kendisini nazikçe selamlayıp, nasıl bir ürüne baktığını sordu. Nermin istediği çantayı göstererek "Şu çantaya bakabilir miyim?” dedi.

Fiyat etiketine baktığında, elindeki paranın tutmasıyla içi bir yandan sevinçle doldu, tam o sırada telefonuna bir mesaj geldi. Hızlıca ödemeyi yapmak istiyordu. Aman sonra bakarım derken gözü telefona ilişti ve mesajın ev sahibinden geldiğini fark etti.  Bir yanda sorular zihninde dolanmaya başladı; "Gerçekten bu çantaya ihtiyacım var mı?" Kafasında, zorunlu ihtiyaçlar, evin eksiklikleri, ödenmemiş faturaların resmi belirdi. Ama diğer taraftan da kalbi bu çanta için atıyordu. Nasıl da heveslenmişti. Satış görevlisinin "Bu model çok beğeniliyor, sadece bir aksesuar değil ayrıca çok kullanışlı bir model. Çok fazla indirime de girmiyor. Almayı düşünüyorsanız kaçırmayın derim.” demesiyle Nermin’in içinde bir savaş başlamıştı. 

Çantayı almayı çok istiyordu, çantayı aldığını hayal ettiğinde içinde beliren mutluluk tarifsizdi. Ama o an zihninde tam bir çatışma yaşıyordu. Almayı çok iste de geride bıraktığı günlerin etkisindeydi hala. Oldukça zor günler geçirmişti. Evde bir dolu eksik gün geçtikçe artıyor ama elinden bir şey gelmiyordu. Şimdi ise tam evin eksiklerini giderip rahatlayacağım derken nerden çıkmıştı bu çanta? Nermin’in mantığı ve duyguları savaşıyor, her ikisi de kazanmaya çalışıyordu… Nermin zihninde bir dolu soru ve çatışma ile çanta ile karşı karşıya kalmıştı…

"Hayır!" dedi kendi kendine… "Yine aynı hatayı yapıyorum… Her seferinde borçlarımı büyütüyorum. Neden vazgeçemiyorum ki şu tüketim isteğinden? Hayır bir de alıyorsun o anki hisse kapılıp… Sonra hiçbir şey kalmıyor elimde… Ne mutlu olabiliyorum ne işime yarıyor." Gözü kapıdaki kediye ilişti. Mama kabında fazlasıyla mama olmasına rağmen ihtiyacı olanı kadar yiyip oradan ayırılıyordu… "Şu anda bir dolu çantam varken, daha onların tadını çıkarmamışken bunu yapmamalıyım…"

İnsanoğlu bin bir çeşit isteği olan bir canlı ki bu istekleri, insanı harekete geçiren sebeptir. Susamayan insan, suya ulaşmak için hiç hareket eder mi? İsteği olmayan insanda hareket etmez. Bu yüzden insanın isteklerinin olması iyi bir şeydir, eğer insan isteklerini yönetebilirse... Ne zaman istekleri insanı yönetmeye başlarsa o zaman sıkıntılar meydana gelmeye başlar. Çünkü insan ister; hayrı da şerri de faydayı da zararı da, hazzı da acıyı da... Mesele insanın neyi istediğidir...

Nermin de herkes gibi aldıkça doyuma erişeceğini zannediyordu ama gerçek şuydu ki; hiçbir istek insanı doyuma eriştiremezdi. Keşke insanoğlu bunu ilk başta anlayabilseydi. İsteklerinin kölesi olurken bir yanda çoğalan ve ertelenen gerçek ihtiyaçlarının farkına varabilseydi… Keşke her şey ilk atıldığında anlaşılabilseydi. İnsan, gerçek ihtiyacının gerçeği bilmek olduğunu keşke bilebilseydi…

 

 


 

 

 

 

 

 

Okumaya Devam Et

15 Şubat 2025 Cumartesi

İSTEKLERİ YÖNETEBİLMEK

Mehmet sinirli bir şekilde işten çıkmıştı. İnsanların davranışlarına anlam veremiyordu. Neydi bu kendini büyük görme hırsı, ben bilirimci, ben yaparımcı tavırlar. İnsanların olduğundan fazla görünme isteği oldum olası onu çok rahatsız ederdi. Şimdi ise böyle insanlarla dolu bir iş yerinde çalışıyordu. Her konu, her mevzu bir anda tartışmaya dönebiliyordu.

İş yerindeki arkadaşlarından Yunus, her şeyi bildiğini iddia eder ve her işe karışırdı. Diğer arkadaşı Ali ise hiçbir işi kimsenin onun kadar iyi yapamayacağını söylerdi. Hele bir yöneticileri vardı ki; sorunları çözmek yerine "Ben müdürüm ben ne dersem onu yapacaksınız!" diye bütün gün söylenir dururdu.  Olayları anlamadan dinlemeden bir yargıya varırdı. Nazlı ise aman işimi kaybetmeyeyim korkusu ile olanlara göz yumuyordu. Sıla’nın ise ağzı durmaz, sürekli konuşur; ya telefon da ya bilgisayar başında hep birileri ile iletişim kurardı. Mehmet’ e de konuşmadığı için kızardı.  Aralarında bir tek Fikret olanları umursamazdı. O da zaten patronun bacanağı olması ile övünür dururdu.

Çok bunalmıştı Mehmet. "Acaba ben de bu insanlar gibi mi davranıyorum? Benim de insanları rahatsız eden hal ve hareketlerim var mı?" diye düşündü. Sadece bildiği konularda yorum yapar, bilmediği bir konu olunca bu konu da bilgim yok derdi. Görev alanındaki işlerle ilgilenir, Ali gibi her işe de atlamazdı. Yıllardır aynı şirkette olmasına rağmen ünvanı hiç umursamazdı. Oysa yöneticileri Arif, ondan sonra işe başlamış, kısa bir sürede müdür olmuştu. Başkası olsa buna bozulurdu ama o bunu dert etmez, Arif’in hızlı ilerlemesi ile ilgili bir konu açılınca duymamazlıktan gelirdi. Önceden olsa iyi bir işe sahip olmanın kendisini mutlu edeceğini düşünürdü.  Şimdi ise sahip oldukları onu tatmin etmiyordu.

İnsanlar ne kadar da birbirinden farklıydı. Herkesin istekleri, algıları, davranışları değişikti. Neden biri için önemli olan şeyler, diğeri için önemsizdi ki? Kendi ailesinde de durum bundan farksız değildi. Çok sıkılmıştı bu durumdan... "İnsanlar ne kadar da yoğun istekli..." diye düşündü.

İnsanların istekleri, hayata bakış açıları farklıydı. Daha geçen ay şirkette yine büyük bir tartışma çıkmış, herkes birbirini suçlamıştı. Mehmet bu farklılıklar arasında ne yapacağını bilmeden, bir dahaki yaşanacak sorun gelinceye kadar kendi kabuğuna çekilmeyi uygun görmüştü.  Çünkü ne yapacağını, olayları nasıl yöneteceğini bilemiyordu. Kendini yorgun ve çaresiz hissetti. 

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; bu hayatta yaşanılan her sorunun mutlaka çözümü vardır. İnsanların davranışlarına yön veren istekleridir. Anlaşmazlıklar farklı isteklerin savaşından kaynaklanır. İnsanların neyi ne için istediğini bilmek onlarla olan ilişkiye yön verebilmek için gereklidir. Ve bu hayatta, isteklerini yönetebilen insanlar toplamda mutlu ve başarılı olurlar.







Okumaya Devam Et

13 Şubat 2025 Perşembe

BAKMAK MI? GÖRMEK Mİ?



Bakmak mi Görmek mi?

Serpil, balkondaki çiçekleri sularken onların renklerinin canlılığı ve zarafeti dikkatini çekti. Su damlaları dallardan süzülerek toprağa iniyordu. İçinden gelerek fısıldadı:

"Ne kadar da güzelsiniz..."

Tam o anda balkon demirine bir kuş kondu. Tüyleri ışıkta parıldıyor, neşeli cıvıltıları havaya karışıyordu. Serpil başını kaldırdı. Gökyüzünde süzülen kuşlar, rüzgârla salınan ağaçlar, toprağın içinde saklı binlerce canlı... Doğa bir ritim içindeydi. Bir düzen, bir ahenk vardı. Her şey birbirine bağlıydı. Görünen ve görünmeyen ipliklerle örülü bu muhteşem ağ, fark eden gözler için apaçık ortadaydı.

İçini tarifsiz bir huzur kapladı. Her şey yerli yerindeydi... Mevsimler birbirini tam vaktinde takip ediyor, kuşlar nereye gideceğini biliyor, bir tohum karanlık toprağın altında bile ne zaman filizleneceğini hissediyordu. Doğa, neye ve ne zaman ihtiyacı olduğunu biliyor, her şey birbirini tamamlıyordu.

Serpil bugüne kadar güneşin doğuşunu izlediğini sanmıştı. Oysa sadece bakmıştı. Bir kuşun kanat çırpışına, bir yaprağın düşüşüne, insanların yüzlerine... Hep bakmış ama hiç görmemişti. Şimdi, bir pencere açılmış gibiydi. Gökyüzü, yeryüzü, doğanın döngüsü… Kusursuz bir düzenin içindeydi.

Ve bu düzen yalnızca dışarıda değildi.

Ellerine baktı. İçinde atan nabza, her saniye nefes alıp verişine… Damarlarında dolaşan kan, yeryüzündeki ırmaklarla aynı düzendeydi. Bedenindeki her hücre, tıpkı yıldızlar gibi kendi içinde bir dengeye sahipti. Doğa nasıl kendini onarıyorsa, insan bedeni de aynı yasaya göre hareket ediyordu. Bir yara kabuk bağlıyor, bir düşüşten sonra kemikler kaynıyordu.

Bütün bunları düşündükçe bir şey daha fark etti: İnsan ve doğa, aslında ayrı değildi. İnsan, doğadan kopuk bir varlık değil, aynı düzenin içinde, aynı sanatkârın elinden çıkmıştı. Güneş her sabah ufku aydınlatırken, o da her yeni günde gözlerini dünyaya açıyordu. Bir tohum toprağa düşüyor, zamanla filizleniyordu. İnsan da düşünceleriyle, hisleriyle büyüyüp serpiliyordu. Rüzgâr nasıl ağaçların dallarını sallıyorsa, hayatın fırtınaları da insanı eğitiyordu. Doğa ve insan, aynı döngünün içinde hareket ediyordu.

Bu düşünce zihninde yankılanırken bir soru belirdi:

Peki ya insanlar? Birbirini besleyebiliyor muydu? Birbirini aydınlatabiliyor muydu? Kâinat nasıl ihtiyacı karşılamak üzere tasarlanmışsa, insan da bundan payına düşeni almalı değil miydi?

"Ben kimlerin hayatına iyi geliyorum?" diye sordu kendine.

Bugüne kadar insanların gözlerine sadece bakmıştı. Ama gözlerin içinde saklanan hüzünleri, kırılganlıkları, umudu... Bunları hiç görmemişti.

Bakmak mı? Görmek mi?


Bir söz, bir gülümseme, birine el uzatmak…

Serpil derin bir nefes aldı. İçinde yükselen bu farkındalık ona bambaşka kapı aralamıştı.

İnsan da doğa gibi olmalıydı. Nasıl ki rüzgâr polenleri taşıyor, yağmur susuz toprakları besliyorsa, insan da bir başkasına dokunduğunda ona iyi gelebilmeliydi. İnsan da birbirinin yaralarını sarabilmeliydi.

Çünkü varlığın özü buydu: İhtiyaç görmek.

Her şeyin birbirine bağlı olduğu bu döngüde, kendisinin de bir anlamı olmalıydı. İnsan, sadece var olmak için değil, varlığıyla bir anlam bırakmak için yaşıyordu.

Serpil o an karar verdi. Artık sadece bakmayacaktı. Görmeyi öğrenecekti.

Doğa gibi olmayı öğrenecekti.

Bir nehir gibi akmayı, bir rüzgâr gibi esmeyi, bir tohum gibi filiz vermeyi…




Okumaya Devam Et