30 Mart 2024 Cumartesi

JE N’Y ARRIVE PAS !

JE N’Y ARRIVE PAS !

Elle devint encore plus silencieuse quand elle réalisa que la meilleure chose qu’elle avait jamais faite dans sa vie était de garder le silence. Sa langue était désormais muette même si son cerveau parlait ou criait. Elle avait l'impression que la connexion entre son cerveau et sa langue avait été rompue. Ne pas parler était quelque chose de très facile pour elle. 

Les gens lui disaient toujours : « nous admirons votre calme »
Cependant, le qualificatif calme qu’on lui attribuait lui paraissait tellement étrange. Calme ? Pourtant, qu’en était-il de ce qui lui traversait l’esprit et le cœur…Dans son esprit, des éléphants se battaient, mais elle restait toujours silencieuse. Il lui était toujours facile de garder le silence, et à l’opposé difficile de parler. 
Pourquoi ces pensées lui étaient-elles venues à l’esprit alors qu’elle traversait la rive en ferry ? Elle fut soudainement surprise par le vent qui soufflait fort contre son visage. Elle entra donc dans l’espace intérieur, acheta du thé et continua à observer la mer par la fenêtre. Il s’avéra qu’elle était en train de s’auto-évaluer. Et, son bilan interne avait aujourd’hui commencélorsqu'elle avait quitté son lieu de travail en colère.
Elle ne parlait pas beaucoup depuis son enfance, mais elle trouvait que ça s'était empiré. 
“Qu'est-ce qui m'a rendu si silencieuse ?” 
“Est-ce à cause de mon vécu ?” se demandait-elle... 
Tout le monde traversait quelque chose d'une manière ou d'une autre. Quelque chose s'était produit quelque part, mais elle-même n'en avait pas conscience. Se sentait-elle incomprise ? Ou n’avait-elle pas le courage de dire ses pensées ? Elle réalisa soudain qu'il lui était facile d'ignorer les sujets. 
Elle avait choisi la solution la plus facile : 
“Je ne sais pas…je n'ai pas vu…je n’en ai aucune idée…”



Elle prononçait fréquemment ces mots parmi les quelques phrases qu’elle utilisait. Et, elle se rendait compte à quel point elle s'ennuyait d’elle-même. Ça ne devrait pas être autant. 
"Bon d’accord, je n'apprécie pas les bavardages et les paroles creuses..." se disait-elle…
Elle ne comprenait pas pourquoi elle gardait le silence face à une injustice évidente. Il y avait quand même des moments où les choses devaient être parlées, évoquées et les discussions devaient être engagées. Mais, elle ne souhaitait pas s’expliquer, ni parler à personne. Elle était coincée entre ses pensées et ses actions. 
“Ça serait parfait si mes pensées étaient aussi silencieuses !” se disait-elle. 
“En plus, ils disent que je suis une personne calme et sérieuse, hein ! Vraiment ! Ce n'est pas du tout ce que je suis.”
L'une des choses qui lui faisait peur était de changer, de se transformer...
Elle devenait inquiète à l’idée même d’y penser. 
Lorsqu'une personne n'ose pas quitter sa zone de sécurité, son cœur n'arrête pas de lui dire : 
“Sauve-moi, sauve-toi, dis quelque chose.”
" Mais je n’y arrive pas ! " se disait-elle, et elle se tut de nouveau.
Tôt ou tard, les gens feront face aux choses mises sous silence, aux choses vues mais ignorées, aux choses non dites par manque de courage, aux choses auxquelles ils sont restés indifférents, aux situations où ils n’ont pas réagi...
Mais les gens disent plutôt "de toute façon, pas maintenant" et préfèrent attendre…

 





Okumaya Devam Et

VAHŞİ, KİRLİ, ÇİRKİN

VAHŞİ, KİRLİ, ÇİRKİN

"Vahşi, kirli ve çirkindir bu dünya! dedi kadın.. 

Sonra sordu kendine:

Sahi bu dünya ne zamandan beri vahşi, kirli ve çirkindi

Mesela unutmasaydı insan,

Bezm-i elestte Rabbiyle yaptığı sohbeti 

Duruverseydi sözünde… 

Yine de böylesine vahşi, bu kadar kirli ve bunca çirkin olur muydu bu dünya?

Mesela ağaca hiç yaklaşmasalardı Adem* ile Havva 

Yasak meyveler yine de bu kadar tatlı 

Ama dünya bir o kadar vahşi, kirli ve çirkin olur muydu? 


Çocuklar, anne babalarının sözünü daha çok dinler miydi?

Adem* ile Havva’nın sınavı evlatları olmasaydı?

Hepi topu üç beş insan varken şu dünya denilen yerde, 

Sözünü evladına dinletememişken bir Peygamber 

Biz bunca uğraşı vermez miydik acaba?

Öldürmeseydi Kâbil, Hâbil’i 

Kardeş kardeş yaşar mıydı acaba sonradan gelen bütün insanlık


Öldürmeyi bilmeseydikbiz sonradan yaratılanlar, 

Azrail’in bir sebebi eksik olur muydu acaba kıyamete kadar? 

Bir kargaya mecbur kalmasaydı Kâbil ve kıyaslamasaydı kendini onunla, 

Daha çok sever miydik, insandan gayrı yaratılan her şeyi? 

Yoksa her hâlükârda kuzgun daha mı efdal olurdu gözümüzde kargadan… 

Önce dışına değil, içine bakmayı bilir miydik yoksa?

 

Sahi bu dünya ne zamandan beri vahşi, kirli ve çirkindi

Nuh’a* kavmi karşı geldiğinden, bir peygamberle alay edildiğinden beri mi yoksa?

İnansalardı bir olup ona

Yapılmasaydı gemi…

Kopmasaydı tufan…

Sular altında kalmasaydı… 

Daha mı güzel bir yer olurdu bu dünya? 

 

Kirli dünya

Sahi bu dünya ne zamandan beri vahşi, kirli ve çirkindi

İbrahim*, ateşe atıldığından beri mi?
İsmail*, kurban olmaya razıyken, o büyük düşman aklını çelmeye çalıştığından beri mi?
Lut’un* kavmi, meleklere musallat olduğundan beri mi?
Yusuf*, kuyuya atıldığından beri mi?
Musa*, sepetle nehre bırakıldığından beri mi?
Süleyman’ın* saltanatından beri mi?
İsa’nın* ihanete uğrayışından beri mi?
Muhammed’in* taşlanışından beri mi?

Sahi bu dünya ne zamandan beri vahşi, kirli ve çirkindi? 

İnsan düşmeseydi bu denli dünyaya; 

Yine de bu kadar vahşi, kirli ve çirkin olur muydu?

Kendi eliyle bozduğundan mıdır bu kadar dert yanması…

Kendi başına açtığı beladan bu kadar sızlanması…

Ben, ben, ben dedikçe yanıp yanıp kavrularak bir yudum suya hasret kalması…

Evladıyla, malıyla sınandıkça dünyayı suçlaması…

Elinin değdiği hemen her şeyi bozup, altında kaldıkça Yaradan’a isyana kalkışması…

Alsak insan denilen yaratılanı; 

Yine de böylesine vahşi, bu kadar kirli ve bunca çirkin olur muydu bu dünya?

 

Sahi bu dünya ne zamandan beri vahşi, kirli ve çirkindi

 


*(Allah'ın selamı üzerinize olsun)

    


 

 


 

 

Okumaya Devam Et

28 Mart 2024 Perşembe

UMUDA TUTUNMAK

Umuda Tutunmak

Bembeyaz bulutlar atılan bombalarla griye dönmüştü. Rengarenk çiçekler tozlar içinde kalmış, masum hayvanlar ölmüştü. Pencereler kapılar kırılmış, içeriye süzülen güneş her şeye rağmen umut vadediyordu. İnsanlar sağa sola koşturuyor ve herkes birinin yarasına merhem olmak için var gücüyle çalışıyordu. Masum çocuklar bunca karışıklığın içinde olana bitene anlam veremiyor, birbirine iyi gelmek için çabalıyordu. Kimi yıkılmış evlerin yanında bulduğu bir topla oynuyor, kimi elindeki ekmeği yanındakiyle paylaşıyordu. Kimi annesinden kimi babasından bir haber bekliyordu. Belki de bir daha göremeyecek olsalar bile umutları vardı, o umuda tutunuyorlardı…

Kimi, kanadı kırılmış kuşa avucundan su içiriyor, kimi ayağı kırılmış köpeği tedavi ediyordu. Kimi, toz duman olmuş caddelerde bebeğiyle oynuyordu. Kimi, yoldan geçen askerlere tebessümle bakıyordu. Kimi, elinde bayrağı minicik yüreğiyle toprağına sahip çıkıyordu. Hepsi küçücük, ama hepsi çok güçlüydü. Her an başka bir yıkıma gebe olsa da kimi, eylemi hiç durdurmadan sokağın ortasında kalan son unuyla bir şeyler pişiriyordu. Orada bir şeyleri üretme isteği nasıl da güzelleştiriyordu. Bunca imkansızlığın içinde kendi imkanını oluşturmak, bir çözüm bulmak için çabalamak nasıl iyileştiriyordu.

Kimdi bu insanlar?
Kimdi bu umuda tutunanlar?

Diğer tarafa bakınca operasyonların ardı arkası kesilmiyor, türlü planlarla nasıl can yakılır yöntemleri türetiliyordu. Her hamle bir öncekini aratıyor, aldıkları her can onlara haz veriyordu. Kurşunlar çoktan dost edinilmiş, gözleri hırs bürümüş haince planlar devam ediyordu. Kadınlar ve çocuklar ilk hedef olarak belirlenmişti. Peki amaç neydi? İnsan nasıl böyle bir hedefle yola çıkabilirdi?İnsan nasıl böyle bir yoldan haz alabilirdi? İnsan neden bulunduğu alana sığamıyordu? Daha fazla toprak, daha mı mutlu edecekti? Yıkmak, yok etmek daha mı iyi gelecekti? Masumun canını almak daha mı iyi hissettirecekti?

Madem böyle, insan neden hep istedi ve sahip olduğu ile hiç mutlu olmadı? Neden umduğu değil bulduğuna tutunmadı? Neden yarınların kaygısıyla bugünlerin hakkını veren hiç olamadı? Neden her canlı diğer bir canlıya daha büyük bir imtihan olmak için çabaladı? Bir avuçken ve kısacık bir öyküyle var olabilecekken, bu dünyada elindekiyle yetinmeyi neden bilemedi? Göçüp gidecekken ve girecekken bir avuç toprağa, niye insan böyle davranıyordu? Ne yetmiyor, neden doymuyordu?

Kimdi bu insanlar?
Kimdi böylesine zalim ve zorba olanlar?

Umuda Tutunmak
Bir taraf yoklukta bile tebessüm ederken,
Diğer taraf kendini üstün görürken,
Asıl üstünlük neydi?
Bir taraf ihtiyacını gidermeye çalışırken,
Diğer taraf isteklerinin peşinde giderken,
Asıl ihtiyaç neydi?
“Sen benim kim olduğumu biliyor musun” diye haykıran insan, gerçekten kimdi?
 
Hak ararken, haksızlık yaparak hakkını kaybetti insan…
Ve şunu unuttu;
Toprağın üstü olduğu kadar altı da vardı…
Vaat edilen ne ise elbet oraya varacaktı. İnsan burada yapıp ettiği ile orada muamele görecekti.Ve herkes oluşturduğu sebeplerin sonuçlarını yaşayacaktı.
İşte o zaman kimin kim olduğu ortaya çıkacak, insan kendisini tanıyacaktı…

Umuda tutunanlarla, zalimler dalga geçerken,
O devlet ki güçsüzlüğünden “Bizim kim olduğumuzu herkes bilecek!” diyerek yaygara yaparken,
Verilen süre dolmaya yaklaşırken…

Süre bitmeden tanımalı insan kendini ve çevresindekileri. Gerçek fark edilirse eğer yaşananların bir anlamı var. Öyle ki insanın kendi yaşadığından fazla şahitliği var. Bu yüzden kim hangi davranışı neden yapıyor sorusunun cevabına ihtiyacı var. İnsan kimin kim olduğunu anladığında, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” sorusuna gerçek bir cevap var. 

İnsan gerçeği bildiğinde, 
asıl gücü fark edip kabul ettiğinde, 
işte o zaman tutunacak bir umudu var…

                                    

 

Okumaya Devam Et

26 Mart 2024 Salı

LE BIEN ET LE MAL

 

LE BIEN ET LE MAL


Contre qui te bats-tu armé ?

Des femmes et des enfants qui n'ont pas leur place dans la guerre,

Soit, des personnes vulnérables et innocentes…

Contre qui te bats-tu ? 

Des hommes aux bras liés, les mains attachées et les yeux bandés,

Sur lesquels tu pointes ensuite l'arme...

Tu crois être fort, n'est-ce pas ?

Et aussi courageux et héroïque à la fois ?


Les êtres humains…

Certains penchent vers le bien, d’autres vers le mal.

Les deux camps ont des croyances différentes et puisent leur pouvoir différemment.

L’un est noir et l’autre est blanc.

Tout au long de sa vie, l’être humain cherche à prendre les bonnes décisions et à choisir le bien.

Pendant qu’il est mis à l’épreuve avec ces choix, la vie s'écoule.


Afin de faire le bon choix, il est nécessaire de distinguer correctement les couleurs.

Donc, quelque chose est soit correct soit incorrect. C'est soit vrai, soit faux.

Qu’en est-il des choses qui semblent correctes mais qui sont incorrectes ?

Autrement dit, l’oppresseur qui se déguise en opprimé ou le noir qui se fait passer pour le blanc…

Sinon, qui tomberait dans le piège du mal ?


L'homme a été trompé. C’était son épreuve depuis sa création.

N'a-t-il pas mangé ce fruit pour le paradis éternel ?

L’être humain n’a pas conduit en état d'ébriété tout en sachant qu’il aura un accident.

L’être humain ne fume pas sa première cigarette tout en sachant qu’il deviendra dépendant.

L’être humain ne tue pas tout en sachant que c’est injuste.

Tuer quelqu'un ! Vraiment, depuis quand est-ce devenu aussi normal ?

Nous sommes en l'an deux mille vingt-quatre. La prospérité n'aurait-elle pas dû croître au fil des ans ?


Avec la volonté d'éliminer un pays sans même une véritable cause,

Les puissants ont pointé leurs armes sur les faibles,

Ceux qui n'ont pas d'arme à la main et qui n'ont jamais vu d'armes de leur vie !

Non, non ! Des enfants qui venaient d'ouvrir les yeux sur la vie ont été tués !

Ceux qui ont fait cela se vantent de leur pouvoir.

Et tandis qu'il y avait la guerre dans le monde, beaucoup dormaient paisiblement,

la plupart, sauf ceux qui réfléchissent et ressentent du scrupule...


Il est dit que c'est un pays très puissant,

La terre promise est invoquée comme une raison très réaliste,

Pour exterminer les populations,

Par des lâches qui abusent de leur pouvoir sur les opprimés.

Sinon, comment expliquer aux personnes du monde de telles erreurs ?

Et voici le pire : le mal qui semble être le bien, le bien qui semble être le mal !

Mais malheureusement, les gens perdent cette vérité s'ils ne réfléchissent pas.

Nous sommes en l'an deux mille vingt-quatre, mais ni l'humanité ni la prospérité n'avancent !






Okumaya Devam Et

EVDEKİ YABANCI

Evdeki Yabancı


Güneş göz kırparken, bir yandan hafif hafif rüzgâr esiyordu. Mart ayında; soğuk mu sıcak mı olduğu halâ anlaşılamayan bir sabaha uyanmışlardı. Evdekilere sürpriz yapmak için uçar adım mutfağa fırladı Ela. Kendince mükellef bir sofra hazırladı, çayı annesinin sevdiği gibi bol bergamotla demledi. Abisinin en sevdiği menemeni yapmayı da ihmal etmedi. Erkenden yola düşüp fırından sıcacık simitleri aldı. 

Evi saran yanık kokusu ile evdekiler neye uğradığını şaşırarak uyanmışlar, öksürerek güne başlamışlardı. Yüzlerini yıkayıp masaya geçtiklerinde, onlara göre anlam veremedikleri bir sofra ile karşı karşıya kalmışlardı. Karışık görüntüler, tatlı tuzlu yan yana, rengarenk tabaklar, her biri başka çatallar bıçaklar, göz yoran bardaklar. Ela, ailesinin yüzünde tebessüm olmasını beklerken, çatallarını bile zorla almış olmaları onu hayli üzdü. 

Evdekiler bir yabancı gibi Ela'ya bakıyordu. Annesi dayanmayıp; “Aman kızım neden kahvaltı takımlarını kullanmadın bu ne böyle?” Ardından abisi; “Allah aşkına böyle menemen mi olur abicim?” Son noktayı ise babası koydu; "Kızım ekmekleri kızartayım derken taşa çevirmişsin, keşke hiç denemeseydin!” 
Bunca emek verdiği menemenden neden yemiyorlardı? Özenle hazırladığı yiyeceklerden neden zorla alıyor gibilerdi? “İnsana da zaten iyilik yaramaz!” diye geçirdi içinden Ela. “Neymiş karışık görünüyormuş, yok ekmek yanıkmış, ekmek dediğin biraz gevrek yenir.” 

Ela’nın iştahı kaçmış çok bir şey yemeden sofradan kalkmıştı. Evdekiler “Ay bu kız neden böyle? Her şeye de hemen kızıveriyor!” derken bir şeyler atıştırıp masadan kalktılar. Ne evdekiler onu anlamış, ne de Ela onların bu tepkilerine bir anlam verebilmişti. Alt tarafı pazar günü ailecek güzel bir kahvaltı yapalım istemişti. Sonra şu soru aklına geldi; 
''Aynı evin içinde neden bu kadar farklıyız? 
Aynı evin içinde neden bu kadar birbirimize yabancıyız?''

Her şeyi bir kenara bırakıp hevesle odasından koşarak geldi. “Yaaa yarın okul var ve bugün hava mis gibi, bir yerlere mi gitsek? Sahile veya bir koruya gidip yürüyüş yapabiliriz.” diye türlü türlü fikirler üretiyor, içi içine sığmıyordu.
Evdekiler sabahki kahvaltının şokunu atlamamışken, Ela’nın yeni teklifleri ve bitmeyen enerjisi karşısında şok geçiriyorlardı. Babası daha fazla dayanamadı, “Kızım Pazar günü her yer kalabalık olur. Arabayla bir yere çıkılmaz, park yeri bile bulamayız.  Piknik yapalım desek hava buz gibi. Koruda yürümek diyorsun da, zaten hafta içi çalıştık ve yorulduk. Yarın iş güç var, bol bol yürüyeceğiz yorulacağız. İyisi mi sıcacık evimizde oturalım, kafamızı dinleyelim, açalım bir nostalji filmi, yapalım kahvemizi bitti gitti.”  

Evdeki Yabancı

Ela’nın aklında yine aynı soru;
''Aynı evin içinde neden bu kadar farklıyız? 
Aynı evin içinde neden bu kadar birbirimize yabancıyız?''

Tüm bunlar yetmezmiş gibi annesi, “Mutfak dolaplarını düzenleyelim, ne zamandır dolaplara ve çekmecelere el atmadık. Hadi kızım gel yardım et.” demez mi? Ela, hayal kırıklığı içinde, evde kaçacak delik arıyordu. Hiç sevmezdi böyle ev işlerini. Hele dolap düzenleme, çekmece toparlama…

“Aynı sofraya oturuyoruz birbirimizi tanımıyor gibiyiz. Okula gidiyorum en yakın arkadaşımda böyle. Bir gün çok iyi anlıyoruz birbirimizi, ertesi gün iki yabancı gibi oluyoruz. Bazen giydiklerine anlam veremiyorum, bazen söylemlerine, bazen düzenlerine, bazen tercihlerine, bazen zevklerine…Bu iş nasıl olacak böyle? Arkadaşım notlarıma laf ediyor. “Çok karışık, hiçbir şey anlamıyorum.” diyor. Ama, anlatımımı çok beğendiğini söylüyor.  Ben de hala onun o renkli kağıtlarından, rengarenk kalemlerinden bir şey anlamıyorum. Ama birbirimizi iyi anlıyoruz ve güzel ders çalışabiliyoruz. Nasıl çıkacağım bu işin içinden?"

-İnsan nasıl çıkar ki bu bilinmezliğin içinden? 
-Evdeki yabancıları, tanıdığı kişiler haline döndürebilir mi gerçekten? 
-Bunun için insanları gerçekten tanımak gerekir. 
-Peki insanları tanıyor muyuz gerçekten?

Ela’nın zihnindeki sorular bitmek bilmiyordu…
''Acaba insanları tanıdığımı zannediyor olabilir miyim? 
Nasıl onları daha iyi anlayabilir, kendimi daha anlaşılır kılabilirim? 
Peki bunca farklılığa rağmen insanları nasıl tanıyabilirim, kabul edebilirim, hoşgörü kazanabilirim?  
Acaba şifam zıttımda olabilir mi?''

Tüm soruların cevabı, insanın göremeyeceği kadar yakındadır aslında. 
Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; çözüm çok uzakta değil çözüm problemin yanında...
İnsanlar aynı ailede olsalar bile birbirinden farklı tarzları vardır. İki kardeş bile birbirinden farklı huylara sahiptir. Her insanın iş yapma stili farklıdır. Bazı insanlar daha esnek, renkli ve pratiktir. Bazı insanlar ise daha kuralcı ve düzenli… İnsanların iletişim tarzları, olaylardan etkilenme şekilleri aynı değildir. Ve her bir özelliğin bir avantajı olduğu gibi bir de dezavantajı vardır. Kendisinden farklı olan insanların avantaj noktalarını alıp öğrenebilmek insanı dengeler… Önemli olan bu farklılıkları kabul edebilmektir. 

Evdeki yabancıyı tanıyabilmek için anahtar insanın elindedir aslında, mesele kilidi açabilmekte...






Okumaya Devam Et

23 Mart 2024 Cumartesi

ŞİFA YANIBAŞINDA

Şifa Yanıbaşında

Sabah oğlunun ağlama sesi ile uyandı. Yerinden zıpladığı gibi oğlunun odasına koştu. Yaklaşık  üç yıldır doğru düzgün uyuduğunu hatırlamıyordu. Odaya geçerken ayağına takılan oyuncaklar canını acıttı, bu oyuncak kalabalığı iyice canını sıkmaya başlamıştı. 

Sinem, çocuk bakma konusunda deneyimliydi aslında. Küçükken kardeşiyle de ilgilenmişti. Kardeşi Selim, ismi gibi halim selim bir çocuktu. Yemek yemeyi sever, uykuya düşkün bıraktığın yerde çok hareket etmek istemez. Bir çocukta olması istenen bütün özellikleri üzerinde taşıyordu Selim... 

''Annem ne şanslı bir kadınmış'' diye geçirdi içinden. ''Gelsin bir de torunu Ali'yi görsün. Ali, beni  hayata küstürdü. Bir çocuk bu kadar yaramaz olabilir miydi? Sabah kalktığı andan itibaren akşama kadar hiç durmaz mı çocuk? Onu takip edebilmek için başım dönüyor. Yemek yerken hareket ediyor, koltukların tepelerine çıkıyor. Bir yerde müzik duysa hemen dans ediyor, top oynuyor. Bir evde ne yapılmaması gerekiyorsa onların her birini yapmak istiyor. Zihnim bu kadar dağınıklığı bu kadar hareketi artık kaldıramıyor.”

Sinem kuralları olan bir evde büyümüştü, kurallar onun hayatının vazgeçilmez parçalarından biriydi. Ali doğduğu andan itibaren sakin dünyasına bir hareketlilik gelmişti. Ne yapacağını bilemez bir halde araştırıyor, inceliyor bu çocuğu sakinleştirmenin yollarını arıyordu. Ona çeşit çeşit oyuncaklar alıyor, Ali bunların hiçbiri ile ilgilenmiyor, hatta oyuncakları kırıyordu. Halbuki Sinem o oyuncakları Ali'nin beyin gelişimi tamamlansınbirlikte de etkinlik yapmış oluruz diye almıştı. Bu çocuğun hırçınlığı nereden kaynaklanıyor bir türlü anlayamamıştı.

O yaz tatilinde babaannesinin köyüne gittiler. Ali bahçelerde geziyor, sokaklarda koşturuyor, dışarıda akşama kadar hayvanların peşinden gidiyordu. Hatta babaannesi ile bahçeye bir çadır kurmuş orada kalıyordu. O uyuyamayan çocuk, yemek yemeyen çocuk, oyuncakları kıran hırçın çocuk gitmiş, yerine neşeli eğlenceli bir Ali gelmişti. Akşama kadar koştururken acıkıyor sonra duş alıp mis gibi uykuya dalıyordu. Ali köyde çok keyifliydi... 

Tatil bitti birlikte Ankara’ya döndüler, Ali ve Sinem için zor günler başlamıştı. Ali bir süre sonra tekrar köye gitmek istedi. Ama okul vardı okula gitmesi gerekiyordu. Yine bol hareketli günlerden birinde Sinem’in bir arkadaşı onları ziyarete geldi. Sinem, Ali'nin köydeki değişiminden buraya geldikten sonraki hırçınlığından bahsetti. 

- ''Her insan doğuştan farklılık gösteriyor. Ali gördüğü şeyi yapmak isteyen hareketli bir çocuk. Gün içerisinde onunla dışarı çıkıp hareket etmesini sağlayabilirsin. Onun ihtiyacını gidermeye odaklanmalısın. Hem sana da iyi gelir. Onunla birlikte yürüyüş yaparsın parka gidersin. ''

Bu durum  Sinem’in hoşuna gitmedi. Ankara’nın ayazında her gün çocuğu dışarı çıkarmak, düşüncesi bile korkunçtu. ”Ben ona evde sakince otursun oynasın diye bir sürü oyuncak aldım. Bir kere görüyor oynuyor, sonra onlarla hiç oynamıyor, yüzüne bile bakmıyor. Biz eskiden bir oyuncakla saatlerce oyun oynardık.”

En son Ali oyuncağı fırlatıp televizyonun ekranını kırdığında soluğu doktorda aldı Sinem...
-''Biz artık bu çocukla baş edemiyoruz, çocuğumuzun biraz sakinleşmesini istiyoruz. Evin içerisinde sürekli hareket etmek istiyor, bu hareketinde bir sınırı var. Artık komşularımızın şikayetinden yorulduk. Lütfen bize yardım edin...''

- ''Oğlunuz hiperaktif, bu çocukların dikkatleri dağınık olur. Bir olaya bir oyuncağı konsantre olamazlar. İleride ders çalışması gerektiğinde derse de konsantre olamayacak. O yüzden şimdiden önlemini alıp sakinleşmesini sağlamak lazım. ''

Sinem hemen sordu; ''Ne yapmalıyız doktor bey?''

-''Ben hafif dozda bir sakinleştirici vereceğim.Ali sonrasında daha sakin bir çocuk olacak....Sakinleştiğinde siz de rahat edersiniz...''

Peki bir insanı sakinleştirmek için gerçekten çözüm bu muydu?

İnsan bazen kendisinden farklı diye kendisine benzetmeye çalışır etrafındakileri... Bu bazen annesi,bazen kardeşi, bazen çocuğu olabilir... Benim gibi olsun diye çabalar durur...Farklı olmasını problem zannedip çözüm ararken, şifasını yanıbaşından uzaklaştırır farkında olmadan.

Halbuki Ali sadece hareket etmek istiyordu. Tatilde babaannesine gittiğinde ne kadar da mutlu olmuştu. İstediği kadar koşup oynuyor eğleniyor yoruluyor yemek yiyor ve uyuyordu. Ali'nin ne yapmak istediği gösterilmişti annesine aslında. Ancak annesinin Ali'yi tanıması gerekiyordu sadece... 

-Ali kimdi? 

-Neden davranışları annesine benzemiyordu?

-Neden bu kadar hareketli ve hızlı davranıyordu?  

-Ali'nin hızının, zıttında bir çözümü var mıydı?

İnsan insanı tanımadığında yaşadığı duruma çözüm bulması da zorlaşır...Sinem'in bu durumu çözebilmesi için gerekli olan şey gerçek bilgiydi...Ali'nin zihnindeki görüntülere yetişmek için hızlı, hareketli bir çocuk olduğunu bilmesi kendisini de oğlunu da yeterince sakinleştirecekti aslında... Onu değiştirmek için değil, ondan ne alabilirim, nasıl uyumlanabilirim diye odaklanmasını sağlayacaktı...Aslında Ali onun şifası, kendisi de Ali'nin şifası olabilecekti. 

İnsan insanı tanımaya başladığında ve gerçeği farkettiğinde anlıyor ki; aslında zorluk olarak gördüğü kişi şifası ve yanıbaşında...

 


Okumaya Devam Et

21 Mart 2024 Perşembe

FİL Mİ KARINCA MI?

 Fil mi Karınca mı?


Kararan hava, gün boyu atılan çığlıkları içine almış; tozun dumana karıştığı, insanların yaşamak için birbiri ile yarıştığı o gündüz kargaşası, yerini derin bir sessizliğe bırakmıştı. Ay her zamankinden başka görünüyor, minik yürekli çocuklara adeta tebessüm edercesine pırıl pırıl parlıyordu.  Bacası her gün umutla tüten sıcacık yuvaları artık sadece yanmış bir beton yığınından ibaretti. Sadece onların değil, tüm komşularının evleri de harap olmuştu. Bu yüzden yüzlerce metre ötedeki akrabalarının evlerine sığınmışlardı. Daha dün kardeşleri ile oyunlar oynarken şimdi oynayacak bir kardeşinin olmadığı fikrini aklına getirmemeye çalışıyor, kuzenlerinin ve babasının desteği ile yaşama tutunuyordu. Aklında şu sorular vardı:

- Neden böylesine güçlü olduğunu iddia eden bir topluluk, kimseye zararı olmayan o güzel kalpli kardeşlerinin canını almakla başlamıştı sürece?

-Niçin gözleri önünde annesini tek kurşunla yok etmişlerdi?

-Güç, stilsiz ve neyi hedeflediğinden emin olmayan askerlerde miydi yoksa ellerinde tuttukları silahlarında mı?

-Peki karşısındakine gölgelerini bile siper edemezken kurşunları biterse ne yapabileceklerdi?

Sami, daha küçücük haliyle üzerlerine yürüdüğünde, o dev adamlar o minicik bedenden nasıl korkabilmişti? Onun elinde sadece minicik bir sopa, karşısındaki askerlerin omuzlarında silahlar, ellerinde pimi henüz çekilmemiş bombalar varken daha kaç yuvayı yıkacak, daha kaç anneyi yok edecek, daha kaç minik bedeni alacaklardı düşünmeden? Silahsız, bombasız, imkânsız bırakıldıklarında korkudan elleri titrerken… Daha kaç gün, kaç ay devam edeceklerdi?

Sami şöyle düşündü; "Biz tek odada on kişi nefes alırken ve tek bir silahımız yokken, imanımız nasıl da bizi güçlü kılıyor. Peki ya onlar? Onların bu kadar kaygılı olmaları normal miydi? Koca bir ordu bir boşluğa mı tutunuyordu? Gücü kendinden bilen, kalabalık ama aslında yalnız olan ordularının ne kadar çok zayıf noktası varmış..." 

Kendini fil gibi gören, her karıncayı ezerim zihniyetiyle yol almaya çalışmaları ne kadar doğruydu? Ellerinde onca mal mülk varken hiçbirinin yüzü gülmüyordu, o zaman neden? Acaba bunca imkânın nicelikte fazla nitelikten yoksun oluşu mu buna sebepti? Omuzlarında silahları olmadan adım atamıyorlardı, peki neden?

Güç dedikleri, güvenlik konusunda zayıf oldukları halde bunu örtbas etmeye çalışmaları ve her gün aslında kendilerinden kaçışları mıydı? Ellerindeki nükleer kapasitelerini fütursuzca kullandıkları halde eğer karşıdan tek bir hamle gelirse toprakları, o küçümsedikleri yerlerden çok daha kolay yıkılabilecek haldeydi, peki neden?

Küçük olan kimdi? Önemli olan nitelik mi yoksa nicelik miydi? Hangisiydi? Fil mi, karınca mı? Fil kendi ağırlığından fazlasını taşıyamazken karınca kendi ağırlığının elli kat fazlasını taşıyabiliyordu. Bedeni büyük ama hareket kabiliyeti oldukça azken ve bir karınca her noktaya girebiliyorken fil mi, karınca mı? Önüne koyulanı yiyen fil mi güçlüydü yoksa kendi rızkını her yerden azmiyle çıkarabilen karınca mı? Hangisi? Sami annesinin söylediği sözü hatırladı: Var olmaya çalışan yok olur.

İnsanoğlu çokluğun ölçüsünü kaçırıp neye hizmet ettiğini bilmediğinde yokluğu beraberinde getirebilirdi. Yani büyük gibi görünmek değildi mesele. Ne olduğunu bilip doğru hamleler yapmaktı.
Asıl mesele gönüldeydi,
Küçücük çocukların parlayan gözlerinde,
Kime teslim olduğunu bilende,
Azın bereketinde,
Azimle çalışmakta,

İnsanın eminliğinde, netliğinde, samimiyetinde, açlığında ve şükründe…





Okumaya Devam Et

19 Mart 2024 Salı

YETİŞMEK

Yetişmek

Yetişmek nedir?
Büyümek midir?
Boyu uzayıp kilosu arttığında,
Biraz yaş aldığında, onsekizi geçtiğinde…
Ya da sorumluluk aldığında…
Canı yandığında…
 
Kaç yaşında yetişir insan?
Ne zaman başlar yetişmeye?
Beş yaşındaki çocuk yetmiş beş yıldır yetişiyor,
İlmi, olgunluğu, derinliği, cesareti…
Nice yetişkinden daha yetişkin…
On dört yaşında annesini kaybetmiş, babasını kaybetmiş, bebek kardeşiyle tek başına kalmış o çocuk…
Hem kendine hem kardeşine yetmeye çalışan bir yetişkin…
Yarasına pansuman yapılırken Kur’an okuyan o çocuk…
Kendi elini, kendi tutacak kadar yetişkin…
 
Peki insanı kim yetiştirir?
Herkesin yetiştirdiği bir değildir…
Bir kere, yetiştiren yetişmiş mi, kim bilir...?
O zaman en güzeli…
İnsanı esas sahibi yetiştirir…
 
İnsan nasıl yetişir?
İnsanın iyi yetişmişi ne güzeldir…
Herkesin sevesi gelir…
“O çocukları getirseler de sarıp sarmalasam” …
Kendi çocuğundan daha sevimli değil mi?
Ağlamadan anlatabildikleri…
Elindeki hiçbir şeyle, her şeyi varmış gibi gözünün içi güleni…
Teselli edişleri…
Asıl sahiplerini bilişleri…
 
İnsan nereye yetişir?
İnsan yetişir… yetişir…
Sonra “o” gün gelir…
Yetiştiği kadarıyla
“İşte hak ettiğin” denilir…

 






Okumaya Devam Et

16 Mart 2024 Cumartesi

MASUMLAR GEÇİDİ

Masumlar Geçidi














Bakışlar vardı, her zerresinden kibir akan…
Nice asil bakışlar, görenin içini ısıtan…
 
Gülüşler vardı, nefret saçan…
Nice tebessümler, zulme kafa tutan…
 
Konuşanlar vardı, yalanı doğrulayan…
Nice konuşanlar, tehditle susturulan…
 
Suçlular vardı, kostümle katliam yapan…
Nice masumlar, suçlu diye kefensiz kalan…
 
Çocuklar vardı, oyuncaklarla oynayan…
Nice çocuklar, şehitliği oyun sanan…
 
Kadınlar vardı, süsüyle gösteriş yapan…
Nice kadınlar, yoksunluğu onurla taşıyan…
 
Adamlar vardı, güçleriyle övünen…
Nice adamlar, onca acıya tebessüm eden…
 
İnsanlar vardı, kalpleri noksan olan…
Ve nice insanlar, canları acırken kalpleri onarılan…
 
Toklar vardı, gözleri bir türlü doymayan…
Nice açlar ki, gönülleri tok olan…
 
Sofralar vardı, masum kanını aş yapan…
Nice sofralar, bir yudum suya muhtaç olan…
 
Çadırlar vardı, keyif kampları yapılan…
Nice çadırlar, evsiz kalanların başına yıkılan,
Döşeği çamurdan olan…
 
Evler vardı, içlerinde kandiller yanan…
Nice evsizler, kandiller içinde karanlık bırakılan,
Karanlığı dünyaya kandil olan…
 
Duvarlar vardı, örülen duvarlar…
Ve örülen duvarlar içerisinde, öldürülen nice masumlar…
 
Şehirler vardı, sokakları türlü türlü günah kokan…
Nice masum şehirler, sokaklarında misk gibi şehit kokan…
 
Ülkeler vardı, güçsüzü görmeyen…
Nice ülkeler, güçlülere rağmen yönünden dönmeyen…
 
Bir dünya vardı, kimisine göre sonu yok oluş, kendisi ibaret eğlenceden…
Nice dünyalar, iyiler için bir kapı akıbeti cennete giden…
O iyiler öylece geçip gittiler, bir an bile düşünmeden…
 
Böyle bir düzen ki, düzensiz!
Bir dünya ki tüm sesler, sessiz!
 
Birisi bozdu bu sessizliği…
Vedasıydı sanki insanlığın, sözleri,
Ve bir gün dedi ki o kişi;
 
“Zulmü engellemek isteyen, yapamadı…
Yapabilen ise, engellemek istemedi…
Gerçekleri bilenler konuşmadı…
Konuşan ise bilmedi…
Ve böylece bu dünya;
Masumlar için yaşanamaz oldu…”

 





Okumaya Devam Et