23 Ağustos 2025 Cumartesi

YUSUF'TU ONUN ADI

Yusuf'tu onun adı... 

Kardeşleri vardı, yaşlıda babası... birde onu çok seven halası...

Bilmiyordu henüz kardeşleri tarafından kuyuya atılacağını...

Ve bilmiyordu bir gün o kuyudan çıkıp devlete bakan olacağını...

Bilse insan başına bir bir gelecek şeyleri, 

Sabır gösterebilir miydi?

Duyguları artarak doğru yapayım derken, hatalara sürüklenmez miydi?

Yusuf'tu onun adı...

Kardeşleri arasında bir yarış vardı...

O yarışı kazanmak için onlara göre her şey mübahtı...

Hırs vardı, sonuç isteği vardı, andaki kârı hesaplamak vardı,

Yusuf'tan ise bunların hepsi uzaktı...

İnsan hırsla nereye kadar yaşayabilirdi ki?

O sonucu elde edeceğim derken, yakıp yıktığı sebepleri görmeden,

Anlık kazanç için kendini ikna ederken,

Nerede başarıya ulaşabilirdi ki?

Yusuf'tu onun adı...

Bir gün kuyuya atıldı...

Günler günleri kovaladı...

Kuyudan çıkmaya çalışmadı,

Kuyudan çıkartacak olanı ikna etmeye yoğunlaştı...

İnsan düştüğü kuyularda çırpınırdı oysa, 

Duyurmak için sesini insanoğluna...

Peki nereye kadar, kaç gün kaç saat yeter ki bu sesi duyurmaya?

Hele ki çözüm insanın insiyatifine kalmışsa?

Yusuf'tu onun adı...

Bir gün kuyudan çıkarıldı...

Belli ki kuyudan çıkaracak olan artık iknaydı...

Öyle iknaydı ki, kuyudan sonra sarayla ikramladı...

Peki insan hangi kuyusundan kurtulmaya çalışmadı ki bu hayatta?

Hangi kuyusunda yoğunlaştı iknaya?

Hangi kuyusunda sabrı vardı Yusuf'un sabrı kadar?

Hangi kuyudan memnundu, "RABbim halimden haberdar!" diyecek kadar?

Yusuf'tu onun adı...

Saraydan sonra zindanlarda bulunan...

Biri çıkar gerçeği söyler diye yıllarca sabrını koruyan...

Unutulup zindanda bırakılan, yine de oradan kurtulmaya çalışmayan...

İnsan hangi zindandan memnun oldu ki hayatında?

"Burası benim için, diğer yanlışlardan daha hayırlıdır!" diyecek kadar?

Yusuf'tu onun adı...

Bir gün zindandan çıkarıldı...

Sabrı onu yüksek mevkiye taşımıştı...

Güç eline geçince merhameti bırakmayandı o,

İhtiyacı olanın ihtiyacını giderendi o,

Adaleti koruyandı...

Peki ya insan, ne zaman güç eline geçince merhametli oldu ki?

Ya da adalet için savaştı?

Sahi adalet ne demekti insan için?

Ya da merhamet?

Yusuf'tu onun adı...

Kokusuna hasret babası olan...

Bulunduğu devleti koruyan, ileriye taşıyan...

Doğru ve güzel davranışlarıyla ilmi hak eden,

Aldığı ilimle dününden daha iyi olan,

Danışılan...

Peki ya insan?

Var mı doğru ve güzel davranan?

İyilerden olan?

Düştüğü zindanı ilimle çepeçevre saran?

Yusuf'tu onun adı...

Bir amacı olan...

O amaca yönelik davranışlar yaparken,

Düştüğü kuyudan çıkıp devlete hükümdar olan...

Yusuf'tu onun adı...

Peki ya şimdi, var mı Yusuf olan?














Okumaya Devam Et

21 Ağustos 2025 Perşembe

THE “WHO IS WHO?” JOURNEY

Experiental Design Thinking

People are so different, aren’t they?
Skin color, geography, hair type, eyes…
What a wealth of diversity!

And just as this is true in the physical world, it is also true in the abstract one:
Ways of thinking, perceptions of life, ways of expressing themselves, the directions they take, their desires… all are just as varied.

Just as we can distinguish and group skin tones:
Fair, wheatish, tanned, dark…
Just as we can recognize eye colors:
Brown, gray, green, blue…
And just as we can describe hair types:
Curly, straight, wavy…

There is also a way to distinguish and understand differences of a more abstract kind.
What are people’s neurological styles?
Through which channel does each person perceive best?
And therefore, how do they communicate what they perceive, and why in that way?
What are their shortcomings, the aspects they need to develop?
And on the other hand, what are their strengths, their natural talents?

Yes, it really is possible to differentiate these aspects—just like physical differences. :)
And when we begin to recognize them, we start to give meaning to these differences.
Suddenly, a thought echoes in the mind:
“Ah, so that’s why he or she is like this…”
and a sense of relief sets in.

This applies both to understanding others… and to understanding ourselves.

After that relief, new questions begin to arise in our mind:
“So, what now? How do I communicate with this person? How do I manage our relationship?”

Don’t worry, says the Experiential Design Teaching.
If there is a question, there is also an answer :)
And there are plenty of questions… and plenty of answers!

But first, let’s take the very first step, shall we?

Let’s start by calibrating our differences…
Let’s start by understanding their causes, so that our mind can relax,
and we can set sail with ease on the sea of relationships.

Experiental design thinking


If a person does not notice differences, they risk drowning in problems…
And if they do not accept them, how can they manage their communication, their relationships?

The very first step is this:
Who is in front of me? And who am I?

This is the very beginning—and such an important beginning—
Because this is where the journey truly starts…

So, if we bring along with us
a little curiosity for truth,
a little drive to take action,
and a genuine hunger to learn…

Then let’s go!
Let’s discover together: Who is who?



Okumaya Devam Et

19 Ağustos 2025 Salı

KEŞKE

“Keşke” küçücük çocuğun bile ağzından dökülüveren bir sözcük. Aslında düşünülürse anlamı pek büyük ama kendisi küçük bir ifadeymiş gibi sanki. Hani böyle bir an yere düşüp kalkmış ve sonra geçmiş gitmiş bitmiş gibi, insanda bir ömür böyle unutup geçirip gidiveriyor işte. Keşkenin altında yatan pişmanlığını, hüznünü, üzüntüsünü, hayıflanmasını, tüh dediğini, kalbine çöken acısını, tövbesini ve bazen de utancını...

Şimdi herkesin eline bir kalem bir kâğıt verseler ve deseler ki “keşke” dediklerinizi yazın, kim bilir kaç tanesi unutulup gittiği yerden geri çıkacak. Üzerine örtü çekilen, toprak dökülen keşkeler. Bazıları da tekrar hatırlamak istenmeyecek hatta belki çoğu ama hayat yani gerçek öyle değil ki, yarın bir gün öykü tekrarlanıyor ve döngü tekrar başa dönüyor, şimdi aynı pişmanlığı yaşamamak için belki de gerçekten yazıp en azından kalemi kâğıdı şahit tutmak gerekir. Ne de olsa “söz uçar yazı kalır”. Bir şeyin kalıcı olması için de zaten öyle yapılmıyor mu?

Tıpkı evlenince, araba alınca, çocuk doğunca, hesap ödenince, iş açarken, borç alırken verirken ve ve ve... İnsanoğlu yazarak en başta kalemi ve kâğıdı şahit tutar sonra orada bulunanları ama onlar olmazsa da veya bir gün unutulsa dahi yazılmış bir ispatı var. Şimdi inkâr eden edecek olsa bile yazılmış somut bir delil var, kimse yoksa da şahidi kalem ve kâğıt var.

İnsanoğlu yazının icadını çok yeni zannediveriyor ama aslında bu öykü insanoğlunun var olduğu günden beri var. Kâğıdı bulamadıysa taşa kazıdı zamane nesli onları ilkel zannettiği için mağara oyan taşı kazıyan diye atfetti ama aslında onlarda yazılı bir şahit bıraktı ve belki sadece sonraki nesilleri için sadece keşke demesinler diye bu çabayı gösterdi.

Şimdi keşkelerimizi yazmaya başlasak... Kimilerinin ilk aklına gelen ne olur? Kimi her gün dayanılmayacak zulme seyirci bırakılması; “Keşke bu kadar çaresiz kalmasaydık...” “Keşke daha fazla gücümüzü olsaydı...” “Keşke daha fazla haykırsaydık...” 

Kimileri şu an sevdiklerinin başında çaresiz kalışını “Keşke o arabayı vermeseydim...” “Keşke kızmasaydım...” “Keşke ona son söylediğim bu olmasaydı...” mı? Ve kimileri için “Keşke söz vermeseydim, almasaydım, satmasaydım, evlenmeseydim, boşanmasaydım, çok yemeseydim, az uysaydım, gitmeseydim, yapmasaydım, yapsaydım, alsaydım, satsaydım…Keşke bu olanlara şahit olmasaydım..." Ve daha nice keşkeler...

İnsan hep aynı yerden vuruluyorum, soru hep aynı yerden geliyor der ve hayıflanır. Bir gün bir alim dedi ki; Keşke söylenenler ilk söylendiğinde anlaşılsaydı... Her şey çok daha kolay olacaktı ama insan önce kendi bildiğini yapmak ister. 

Ne vurucu ne anlamlı bir cümle, gerçekten keşke işareti en başından anlayabilseydi insan. Ömrü hiç bitmeyecekmiş gibi göz çekip düşünmeden, irdelemeden, kendi bildiğini yapıverdi. Oysaki çoğu belki annesinden babasından, arkadaşından, öğretmeninden ya da birileri söylemişti bir yerlerde okumuştu belki ama yine de önce bildiğini denemek istedi ki aslında bütün hepsi insanoğlu için zaten satır satır yazılmıştı. Yarını pişman olmayıversinler diye yarınını sevince çevirebilsinler diye hepsi yazılı vermişti. Bazen elçiler anlatmıştı, büyüklerimiz hatırlatmıştı ama insan en çok bileni oynamak isterken en çok pişmanlığını yaşayacağını hiç düşünmeden perdeyi çekiverdi ve yoluna devam etti, ömrü bitiverinceye kadar. Bazen küçümsedi bazen alay etti. Oysaki ömür kısa ve sadece belirli bir süreydi, herkesin bildiği ama hemencecik unuttuğu şey, keşke insan hep hatırlasa ve keşke ilk söylenenler söylendiğinde anlaşılsaydı...

 


 

 

 

 

 

Okumaya Devam Et

16 Ağustos 2025 Cumartesi

LİDER KİM?


Hava o gün yağmurluydu. Eşinin hediye olarak aldığı su geçirmez montunu hızlıca giyip kendini kapıdan dışarı attı. Nereye gideceğini bilmeden hızlıca yürüyordu. Sadece nefes almak ve yalnız kalmak istiyordu. Çok hızlı yürüyordu, biran önce bulunduğu yerden uzaklaşmak istiyordu. İçindeki acı üşümesine, kızgınlığı karanlık gecede korkmasına engel oluyordu. Akan gözyaşlarına engel olamıyor diğer taraftan Rabbine eşini şikâyet etmeyi ihmal etmiyordu. 

“Yine yaptı yine yaptı! Isırıyor beni resmen, canımı yakmak için söylüyor sanki. Bencil adam, beni yalnız bıraktığı yetmiyormuş gibi birde laf sokuyor. Ben anlamıyorum laf sokmaktan, iyi niyetliyim ya hep ondan yapıyor bunu.” diye düşündü. Bir yandan canı yanıyor diğer yandan da Rabbine sığınıyordu Leyla.

Yirmi yıllık evli olmalarına rağmen eşiyle yine incir çekirdeğini doldurmayacak bir sebepten dolayı tartışmışlardı. "Neden?" diyordu, "Neden hep bu kavgalar oluyor?" Oysa ne kadar mutlu ve huzurlu bir şekilde şakalaşıyorlardı. Nasıl olmuştu da okun ucu kendisine dönüp batmıştı. Bir ara aklına eşine söylemiş olduğu bir cümle geldi. Sonra diğeri sonra bir diğeri daha. Eşine hep şakayla karışık;

“Bende çalışıyorum, hadi iyisin.” 

“Bak sana muhtaç değilim.” 

“Niye kestirme yoldan gitmiyorsun?” 

“Badana yapmışsınız ama her yeri batırmışsınız, of nasıl temizleyeceğim  şimdi ben buraları?” gibi bir çok cümleyi söylediğinin farkına vardı. Neden çıkıyordu ki bu kelimeler? Ne kadarda basit bir şekilde dile getiriyordu. Uzunca yol yürüdü Leyla, yürüyüş yolunun üzerindeki bir banka oturdu. Şimdide uzunca düşüncelere dalmıştı... Düşündükçe evin içinde olan biteni daha net görür oldu... Bundan üç hafta önce kız kardeşiyle katıldığı bir seminerde bahsetmişlerdi. Kadının kadınsı güçte önde olması gerektiği, erkeğin erkeksi güçte önde olması ve lider olması gerektiğinden. "Ne alaka niye bunu hatırladım ki şimdi?" derken; “Evet” dedi. “Ben eşimi bir lider olarak görmemişim meğer. Oysa erkeğin doğuştan gelen özelliğiydi lider olmak. Lider her zaman tek olmalıydı. Herkesin söz hakkı vardı, adalet vardı ancak son sözü yine lider söylemeli..." dedi Leyla. “Tabi gizli lider yine benim.” diye güldü içinden. 

İnsan yaşamı boyunca karşılaştığı öykülere doğru tepkiler verdiğinde mutluluğa ve başarıya ulaşır. Leyla bu duruma yanlış tepkiler vererek ulaşmaya çalışsa da mutlu olamamıştı. Bir anda yüzüne gelen yağmur damlasıyla irkildi. İçinde tarif edemediği bir hüzün ve aynı zamanda ümitle yürümeye devam etti. 

Arkasından birisinin takip ettiğini hissetti. Oysa korkmuyordu o takip eden kişiden. Daha öncesinden de fark etmişti takip edildiğini ama umursamamıştı. Şimdi adını koydu ve arkasını döndü. Korkmasın diye yanına yaklaşmayan eşi onu gece yalnız bırakmamak için Leyla’nın arkasından hemen evden çıkmıştı. “Montsuz çıkmış peşimden aceleyle, her yeri de ıslanmış.” diye güldü. Yılların verdiği ağırlıkla sarıldılar birbirlerine, konuşmadan yürüdüler bir süre. Buydu işte, bulmuştu formülü. Şimdi ne zaman üzülse aklına tek bir şey geliyordu. Kendine soru sormak. “Ben nerede hata yaptım?”  Çünkü biliyordu, soru varsa da cevapta vardı…  





Okumaya Devam Et

14 Ağustos 2025 Perşembe

KİMDİ O?

Kimdi o beni her girdiğim yoldan saptırmaya çalışan?

Yola çıkmadan yapamazsın sen, senden olmaz deyip beni ezen?

Yoldayken de senin gibisi var mı, en iyisisin deyip arşa çıkaran…

Kimdi o, gerçek benle tanışmamdan ödü kopan?

Yapacaklarımdan korkan…

Hatalarımdan ders almamı değil de, onlarla yerin dibine girmemi isteyen…

Başarılarımda sonucu kendimden bilmemi isteyen…

Tövbeme de şükrüme de düşman…

Kimdi o?

Kibrin atası…

Irkçılığın babası…

Kimdi o?

Ey insan bildin mi düşmanını, düşmanın kimdi?

Sen bilmezsen onu, içindeki ses zannedersin…

Sana senin dilinden konuşur,

Sana senin gibi davranır,

Hiç hissettirmez kendini, tanımazsan onun adımlarını

Bilmezsen onun oyunlarını,

Düşmanını dostun zannedersin,

Dostunu düşman gösterir sana…

Ve aynadakiyle tanışamazsın…

Bilemezsin ki neler yapabileceğini,

Bilemezsin haddinin hayırda ne kadar geniş olduğunu…

Bir kere geldiğin şu dünyada yaşayıp gidersin…

Öylesine…

Pekte anlam ifade etmeden…

Kendinle tanışmadan,

En iyi yanlarına şahit olmadan, keşfetmeden lider olduğun yerleri, kapılıp gidersin bu oyuna…

Sonra otobüs durağına avize asmaya benzer seninkisi…

Gitmek için geldiğin dünyada kalıcı olmaya çalışır boşa sararsın pedalları…

Sonrası ağır pişmanlık öyküsü…

Ey insan,

Tanımazsan düşmanını tanımazsın kendini…






Okumaya Devam Et

12 Ağustos 2025 Salı

THE STRANGER AT HOME

The sun was winking with its warmth, while the wind cooled with an endless breeze. It was a morning in March and it was impossible to tell whether it was cold or warm. Sara got up early to this beautiful morning. She jumped into the kitchen early, hoping to surprise her family. She brewed tea with bergamot flavor, just the way her mother liked it. She thought she made the best-scrambled egg worthy of her brother’s taste. And for the must-have of a surprise breakfast, she ran to the bakery to get warm bagels.

But soon, the whole house was filled with the smell of burning. Sara's family woke up to the heavy scent, wondering if there was a fire. Instead, they found the surprise breakfast table: a mishmash of sweet and savory side by side, plates of all different colors, mismatched forks and knives, tea served in water glasses… Sara expected to see smiles on their faces, but the confusion in their eyes puzzled her.

Her family was looking at her as if she were a stranger at home. Her mother couldn’t help herself: “Oh, Sara, what is this mess?”

Her brother followed: “For heaven’s sake, is this what you call scrambled egg?”

And finally, her father sealed it: “Sweetheart, you turned the bread into stone while trying to toast it. The house is full of smoke. You really shouldn’t have bothered!”

But Sara had been so careful preparing this table. “Good deeds never go unpunished,” she thought to herself, “So what if it looks messy? And so what if the bread’s a little burnt? Bread is supposed to be eaten crunchy.”

Sara lost her appetite and left the table without eating. The family, while resetting the table, muttered: “What’s with her? She gets upset so easily!”

Neither they understood Sara, nor Sara could understand their reaction. All she wanted was a nice Sunday breakfast together as a family.

Then a thought crossed her mind: “Why are we so different in the same house? Why do I feel like a stranger under the same roof?”

While she was pondering this, she noticed how beautiful the weather was. With excitement, she came out of her room: “Hey, tomorrow’s school and today’s weather is amazing, why don’t we go somewhere? Maybe to the seaside or a park for a walk?” She bubbled with ideas, brimming with energy.

Her family, still recovering from the morning’s breakfast shock, were stunned again by Sara’s new suggestions and endless energy. Her father couldn’t take it anymore: “Sweetheart, Sundays are crowded everywhere. Driving is a hassle; we can’t even find a parking lot. If we go for a picnic, it’s windy. You want to walk in the park, but we’ve worked all week and we just want to rest. Tomorrow we’ll have to work again, so why tire ourselves out more? Best to stay in our warm home, relax our minds, put on an old movie, make some coffee, and that’s that.”

Sara’s mind returned to the same questions: “Why are we so different in the same house? Why do I feel like a stranger under the same roof?”

As if that weren’t enough, her mother chimed in:
“Let’s organize the kitchen cabinets—we haven’t gone through the drawers and cupboards in ages. And we still need to clear the table. Come on, dear, help me.”



Sara, disappointed, searched for a hole to hide in. She hated household chores, especially tidying cabinets and drawers…

“We sit at the same table, yet we barely know each other. At school, it’s the same with my friends. One day we’re totally in sync, the next day is opposite. Sometimes I hardly understand their words, habits, tastes, and preferences… How is this going to work? My best friend says my notes are a mess, yet she loves the way I explain things. And I still can’t make sense of her colorful papers and rainbow pens. But we study well together. So how do I make sense of this?”

Why do we sometimes feel like we don’t know the people closest to us at all?

Is there really a way to truly know the people?

Sara’s mind wouldn’t stop spinning: “I thought I knew people, but obviously something is missing. How can I understand them better, and make myself easier to understand? How can I know, accept, and show tolerance to people despite so many differences? I keep coming upon people whose natures are opposite of mine. Could these be the key to reach the balance of my nature?” The answers to all these questions are not as cryptic and far as we think.
The Experiential Design Teaching states: The solution is not far from the problem, but right next to it.

People, even within the same family, have different ways of doing things. Some people are flexible and quick-thinker, while others are rule-bound and structured. Communication styles and emotional responses also vary. Each characteristic has both advantages and disadvantages. Learning to appreciate the strengths of those who differ from us will bring balance for us. To achieve this, accepting our differences is the key point.

So, the key to recognizing the stranger at home is in your own hands.





Okumaya Devam Et

9 Ağustos 2025 Cumartesi

KIZIMA MEKTUP -2

Sevgili yavrum, 

Sana daha anlatmak istediklerim bitmedi. Bu hayatın çok çok önemli sana iyi gelecek birçok kuralı var. Bu kuralları bildiğinde ve onlara uyumlu yaşadığında hayat sana hem çok kolay gelmeye başlayacak hem de daha mutlu ve istediğin hedeflere ulaşabildiğin bir hayat yaşayacaksın. İşte uyman gereken kurallardan biri de şu; sen sana yakınlığına göre insanların ihtiyaçlarını karşılarsan hayatta senin ihtiyaçlarını karşılar. Hep ben mi ihtiyaç karşılayacağım anne, insanlar bunu yapmıyorlar ki diyebilirsin. Ama bu kuralı doğayı izlediğinde tüm yaratılmışlarda açık seçik görebilirsin. Çünkü onların insanlar gibi egosu, nefsi yok. Doğaya insanlar çöp bırakır, zarar verir. Ama insan olmazsa doğa tertemizdir. 

Sistem mükemmel bir denge ile devam eder. Bir varlığın atığı başka birinin ihtiyacını giderir. Bir kürdan kuşu, etçil olan timsahın ağzına girer ve dişlerinin arasını temizler. Bu sayede birinin karnı doyarken diğerinin temizlik ihtiyacı görülür. Bir ağaç yapraklarını döker toprağa gübre olur. Toprak içindeki tüm mineralleri bitkilere ihtiyaçları kadar sunar. Rüzgâr eser bir bitkinin polenlerini başka bir bitkiye taşır. Bir bulut içinde taşıdığı suyu yeryüzündekilere sunar. Bu o kadar sonsuz bir döngü ki evladım, örneklere bizim aklımız bile yetmez. Sen de hayatın bu yönüne uyumlu olursan göreceksin ki başka insanlar ya da varlıklar da senin ihtiyaçlarını giderecek. 

Peki ihtiyaç gidermek ne demek? 

Bir insan nasıl ihtiyaç giderir? 

Mesela bir öğrenci öğretmeninin işini kolaylaştırdığında onun ihtiyacını gidermiş olur. Bir öğretmenin hedefi öğrencisine vereceği ilmi en iyi şekilde aktarmak ve onu daha ileriye taşımaktır. Sen de öğretmenini anlamaya çalışarak dinlersen, öğretmek istedikleri üzerine düşünür merakla sorular sorarsan iyi bir öğrenci olur öğretmenini memnun edersin. Bir komşu ya da arkadaş olarak, komşularınla, arkadaşlarınla ilişkilerini sıkı tutarsan, hasta olanlara, muhtaç olanlara destek olursan ihtiyaç gidermiş olursun. Hatta komşunun, arkadaşının halini hatırını sormak bile ihtiyaç gidermektir. 

Meslek sahibi olduğunda da mesleğine göre ihtiyaç karşılarsın. O mesleği yaparken meselen para kazanmak olmamalı. Ben bu işi yaparken, profesyonel olarak ulaştığım tüm insanların ihtiyaçlarını en güzel nasıl karşılarım diye düşünmelisin. Bir doktor hastasını iyi dinleyip onu tedavi edecek önerileri en iyi şekilde ona sunduğunda ihtiyaç gidermiş olur. Bir tüccar müşterisine mal satarken ihtiyacını en iyi şekilde anladığında ve ona sunduğunda ihtiyaç gidermiş olur. 

Günün birinde anne olacaksın belki sen de benim gibi. Evlatlarının zaman zaman otoriteye, baskıya zaman zaman ise sevgiye, şefkate ihtiyacı olacak. Bunları evlatlarına ihtiyaçları karşılığında sunmalısın. Böyle davrandığında onları da daha iyi yetiştirmiş olacaksın. İhtiyaç gidermek çok önemli ve çok geniş bir konu evladım. Ama sen ana meseleyi anladın bence… 

İhtiyaç karşılayan ve ihtiyaçları karşılanan güzel bir insan olman duasıyla… 

Seni çok seven ve cennette buluşmayı dileyen annen…





 

Okumaya Devam Et

7 Ağustos 2025 Perşembe

AKIL PAZARI

Bir atasözü vardır, bilir misiniz? 

“Akılları pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi aklını almış...”

Herkes kendi aklını beğeniyor, tüm akılların içinden başkasının daha iyi olabileceğini düşünmeyip kendi aklını tercih ediyor… 

Her an böyleyiz…

Hep biz haklıyız… 

“Bizim gibi kimse bilemez…” 

“O olayı nasıl anlayacaklar ki ben yaşadım, ben bilirim.”

“Benim gibi düşünmüyor ki beğenemem…” 

“Nasıl bu açığı görmüyor?”

“Bak gördün mü ben haklıyım. Benim dediğim gibi oldu…” 

Ve daha neler neler eklenir bu listeye değil mi? 

Öyle haklıyız ki burnumuzun ucuna bakma ihtiyacı hissetmiyoruz, çünkü haklıyız…

Zaten neden zıddını düşünelim ki haklıyız işte… 

“Çok mantıklı düşünüyorum.”

“Marjinal düşünüyorum.” 

“Kimsenin düşünmediği gibi düşünüyorum.” 

“Bu olayları ben biliyorum.” 

“Ben gördüm.” 

“O insanı ben tanıyorum.” 

“O detayı bir tek ben fark ettim…” 

Bir sürü sebep sayıp kendimizi de ikna ederiz… Peki herkes haklıysa o zaman neden ayrışıyoruz? 

Herkes haklıysa herkes aynı yerdedir. O zaman da tartışma olmaz, fikrini değiştirmeye çalışma olmaz, yargılama olmaz… 

Biz “Ona göre haklı o; bana göre haklı ben” diye düşünüyoruz. Haklılığımız için referanslarımız kendimiziz… Kimin haklı olduğu kararı kendimizden çıkıyor…

Oysaki haklı ne demek hak ne demek hiç düşündük mü? 

Düşünmedik… Neden düşünelim ki? Bilmiyor muyuz sanki, bunda bilmeyecek ne var değil mi? 

İnsanlar çok duydukları kelimeleri normalleştirirler ve duyduklarını bildikleri zannederler. Böylece üstünde düşünmeyi bırakırlar… 

Oysa çok tanıdık kelimeleri her duyduğumuzda tanımlamak gerekir, ayrıştırmak gerekir… 

Böylelikle o kelimeden birçok kapıya çıkarız, çünkü o kelimenin gerçeğini bilirsek, gerçek problemleri de anlarız. Gerçek çözümleri de buluruz… İş doğru anlamakla, tanımlamakla başlar… 

Haklı, hak sahibinden gelir, hak ise gerçek demektir… Gerçek kimdeyse haklı odur… 

Şimdi kelimenin gerçeğini biliyoruz. Buradan geçiş yapıp düşünebiliriz.

Hak gerçek demekse herkes kendine göre haklı olabilir mi? 

Herkes kendine göre gerçek… E o zaman gerçek ne derler insana… 

Gerçek; tutarlı içerik demektir. Kişiden kişiye göre değişmez. Değişirse tutarlılık olmaz… 

Bir futbol maçı doksan dakika sürüyor. Bu doksan dakikada kurallar sürekli değişse, oyuncudan oyuncuya göre farklı olsa, kalenin yeri devamlı değişse, bu oyuncular futbolu neye göre oynayacak? Gol attı ama tüh son anda değişmiş, meğer orası kendi kalesiymiş… Hayal edebiliyor muyuz? Tutarsızlık olduğunda, işte diğer şeyler bu kadar anlamsız kalıyor…

İnsanın bir zeminde yürüyebilmesi, ilerleyebilmesi için zeminin sürekli hareket etmemesi gerekir. Değişken olmaması gerekir, yani tutarlı olması gerekir… İşte hayatta da böyle, hayatın zeminini tutan gerçekler vardır ve bu gerçekler hayatta ilerleyebilmemizi, öğrenebilmemizi sağlar. 

Tüm gerçekler sana göre, bana göre değişse; dünyadaki insan sayısı kadar gerçek mi var diyeceğiz… O zaman neye göre hareket edeceğiz? Milyonlarca kendince haklı insan, kendince en iyisini düşünen, en zeki insan… 

O zaman suçlar, cezalar, ödüller neye göre olacak?  

İşin özü sayın okuyucu şuraya gelmek istiyorum. Her insan kendi yaşadığı, gördüğü, süzgecinden geçirdiğiyle oluşturduğu düşünce kalıbını yıksa ve yeniden inşa etse ama bu sefer gerçekle inşa etse… Yaşadıklarını tekrar değerlendirse ve öğrense, şahit olduklarına bir kez daha baksa birbirine bağlanan ipuçları görecek… Böylece tutarlı bir yere çıkacak… 

Bunun için kendi aklımızın bize yettiği düşüncesinden vazgeçmemiz lazım… "Ben de yanılabilirim, zannettiğim gibi olmayabilir!" diye düşünmemiz lazım… Kalıpları yıkmamız lazım… 

Akılları pazara çıkarmak yerine, kendi akıllarımızla tüm akıllardan faydalanabilmeyi yani başkalarının tutarlı sebep sonuç ilişkilerini kendi hayatımıza transfer etmeyi öğrenmemiz lazım… 

Ne kadar çok işimiz var değil mi? 

O zaman bir yerden başlayalım mı:)

Nedir Deneyimsel Tasarım Öğretisi?

 




 

Okumaya Devam Et

5 Ağustos 2025 Salı

JE NE COMPRENDS PAS

« Je vous ai mis au monde tous les deux, tu pourrais au moins ressembler un peu à ta sœur ! Sara a été admise dans la meilleure université publique du pays, et regarde ce que toi, tu as fait. Qu’est-ce que ça veut dire de ne pas avoir obtenu assez de points au concours d’entrée au lycée ? Quel genre d’enfant es-tu devenu ? Je ne comprends pas !!! »

Elle ne s’était jamais autant investie avec sa fille. Sara étudiait seule dans sa chambre, ne sortait presque pas. Même quand sa mère l’appelait pour rejoindre les invités, elle ne passait pas beaucoup de temps avec eux. Sara avait grandi sans fatiguer ni sa mère ni son père.

Évidemment, Anna en tirait une grande fierté. Elle répétait souvent :
« C’est moi qui l’ai mise au monde. Elle tient de moi : sage, calme, studieuse, ma fille modèle. »

Ses amies étaient admiratives d’Anna et de sa fille. Partout où elles allaient, Sara apparaissait comme une enfant posée, qui ne faisait pas de bêtises, ne parlait pas trop, ne pleurait pas. Une petite fille silencieuse, et une mère comblée.

Cette sérénité dura… jusqu’à la naissance de son deuxième enfant, Samuel.

Anna se disait :
« C’est moi qui l’ai mis au monde, il sera forcément aussi docile que sa sœur. »
Mais à mesure que Samuel grandissait, elle constata que ni ses pleurs, ni ses caprices, ni ses désirs n’étaient semblables à ceux de Sara.
Pourtant, elle gardait espoir :
« Après tout, c’est mon enfant, il finira bien par devenir aussi intelligent que sa sœur… »

Samuel était un enfant vif, espiègle, toujours en train de courir après les jeux. À l’opposé du calme de sa sœur, son comportement épuisait ses parents.
Il adorait aller à l’école, non pas pour les cours, mais pour passer du temps avec ses amis. Lorsqu’on lui demandait comment s’était passée sa journée, il répondait en racontant les matchs de foot disputés à la récréation.

Pendant que Samuel grandissait, Sara, elle, avait d’abord fréquenté l’un des meilleurs lycées de la ville avec une bourse complète, puis intégré une université réputée dans une autre ville grâce à ses excellents résultats.

Anna, qui avait accompagné et soutenu sa fille dans ce parcours, s’était promis de faire exactement la même chose pour Samuel.

Mais après le départ de Sara, partie s’installer en résidence universitaire, les choses devinrent encore plus compliquées pour Anna et son mari, désormais seuls avec Samuel.

Anna appliqua exactement les mêmes méthodes qu’avec sa fille. Des repas jusqu’aux récompenses, elle utilisait les mêmes leviers, persuadée que cela mènerait son fils à la réussite.

Mais Samuel répondait :
« Laisse tomber, maman, ne prends pas tout ça autant au sérieux ! Bien sûr que je réussirai mon examen. »

Il évitait les révisions, préférant retrouver ses amis. Tout ce que sa sœur aimait l’ennuyait profondément.
Alors, malgré tous les efforts de ses parents, il répétait :
« Je ne suis pas comme ma sœur. Même sans travailler, je m’en sortirai. »

Anna s’épuisa à essayer de le pousser à se concentrer sur ses cours.
Mais à un moment, elle dut admettre que rien n’y faisait. Elle lâcha prise.

Le jour de l’examen, elle garda pourtant l’espoir qu’il « s’en sortirait quand même »…

Et lorsque les résultats tombèrent, Anna ne put retenir ses larmes.
Tout ce qu’elle réussit à dire, ce fut :
« Je vous ai mis au monde tous les deux, on pourrait s’attendre à ce que tu ressembles un peu à ta sœur ! Sara a été admise dans la meilleure université publique du pays, et toi, regarde où tu en es. Comment peut-on ne pas avoir le score nécessaire au concours d’entrée au lycée ? Quel genre d’enfant es-tu devenu ? Je ne comprends pas !!! »

Mais chaque être humain naît avec ses propres caractéristiques. Ce qui compte, ce n’est pas seulement qui l’a mis au monde, mais ce qu’il porte en lui dès la naissance. Et toutes ses réactions dépendent de ces traits innés.

Si son entourage ne parvient pas à reconnaître ces différences, la vie devient difficile.

« Quand on aime certains traits, on dit qu’il nous ressemble. Mais quand on n’aime pas, on se plaint : ‘De qui tient cet enfant, au juste ?’ »

Même entre frères et sœurs, si on ignore la raison fondamentale de leurs différences de comportement, on peut vite se retrouver, comme Anna, prisonnier d’une impasse qu’on ne comprend pas.

Les gens ont des caractéristiques innées. Ce qui compte, ce n'est pas ce avec quoi on naît, mais ce qui est ancré en nous à la naissance. Et chaque réaction d'une personne est basée sur ces caractéristiques. Si son entourage ne reconnaît pas ces caractéristiques innées, la vie devient très difficile. Dans les aspects qu'ils apprécient, ils disent qu'ils me ressemblent, et dans les aspects qu'ils n'apprécient pas, ils se plaignent de celui qui leur ressemble. Même s'ils sont frères et sœurs, si la cause profonde de leurs différences de comportement n'est pas claire, une personne comme Anna se retrouve dans une situation difficile qu'elle ne peut comprendre.

Chacun possède des qualités innées. Pour progresser avec plus de succès et de bonheur qu'hier, il est essentiel de les comprendre dès le départ. Cela permettra d'acquérir le pouvoir de gérer ses relations. En alignant ses méthodes sur ces qualités pour réussir, quel que soit son projet, le bonheur et la réussite en sont les conséquences inévitables.

Car lorsqu’on connaît ces traits-là, on perçoit les besoins réels, et on agit en conséquence.
On comprend aussi que tout le monde n’est pas motivé par les mêmes choses. On sait alors comment se comporter avec chaque personne, et la vie devient bien plus simple.

Et à ce moment-là, au lieu de dire :
« Je ne comprends pas quel genre d’enfant tu es devenu ! »,
on se retrouve à vivre des instants précieux, pleins de compréhension, comme lorsqu’on prend plaisir à résoudre une énigme.










Okumaya Devam Et

2 Ağustos 2025 Cumartesi

FARKLILIKLAR


Kaç kere yazıp yazıp sildi mesajı. Bir sürü bir şey yazmıştı ama yine de gönder tuşuna basamıyordu. İç sesi ona söyle de rahatla derken, bir taraftan da yanlış anlaşılacağının korkusu vardı içinde. Ne yapmalıydı, nasıl hareket etmeliydi? Susmak mı yoksa konuşmak mı fayda verir bir türlü karar veremiyordu...

Zaten oldum olası kararsız bir insandı Nergis. Sanki ne yapsa tersi doğru gibi geliyordu; tersini yapsa bile. Nergis karar almakta zorlandığı gibi, aldığı kararların arkasında durmakta da zorlanıyordu. Hep birilerinden onay alma ihtiyacı hissediyor, kendini yanlışı seçmekte usta olarak görüyordu. Hatta bazen bir konu hakkında seçim yapıp karar vermesi gerektiğinde nasıl olsa ben yanlışı seçerim diye diğer seçeneği istemese de tercih etmişliği vardı. "Niye böyleyim ben?" diye düşündü. Başkaları için kolay olan şey, onun için çok zordu. Çocukken bile annesi bir elbise seç dediğinde bile zorlanırdı. 

İnsan neden seçim yapmakta zorlanır? 

Neden doğru karar alamaz ki? 

Davranışlarına bir türlü anlam veremiyordu. Oysa kardeşi Zerrin hiç de onun gibi değildi. Bir şeye karar verdi mi uygulardı. Onu yolundan döndürmek, ikna etmek zordu. Ben yaptım oldu derdi. Aynı anne babanın yetiştirdiği iki kardeş bile ne kadar farklıydı. Hal bu ki; aynı yemeği yemiş, aynı odada uyumuş, aynı kıyafetleri çoğu zaman giymişlerdi. Ama yine de olaylara karşı tepkileri, seçimleri, davranışları farklıydı. Zerrin, kararsızlıklarından dolayı Nergis’i devamlı eleştirirdi. Nergis’ de Zerrin’e kafanın dikine gidiyorsun diye hep kızardı. Ne kadar farklı olsalar da, zaman zaman tartışsalar da aralarında ki kardeş bağı onları bir arada tutuyordu. İnsanın canından kanından birini idare etmesi kolaydı da dışarıdan birini idare etmesi zordu. 

Erkek arkadaşı Erdinç’ de tıpkı kardeşi Zerrin gibiydi. Kaç kere tartışmışlardı. Son görüşmelerinden sonra Nergis baya kötü olmuştu. Yine onun kararsızlığından dolayı atışmışlardı. Şimdi ise kendini ifade etmeye çalışan mesajı yazıp yazıp siliyor, gönderip göndermemek de kararsızlık yaşıyordu. "Ben bile kendimden sıkıldım, başkası nasıl beni idare etsin ki?" diye söylendi. Nasıl olacaktı, nasıl değişecekti? İşe nerden başlamalıydı bilemiyordu.

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; İnsanların birbirinden farklı özellikleri vardır. İnsan ancak farklı olduğunu bildiğinde, farklılıkları kabul ettiğinde hem kendini hem de karşısındakini tanır. Farkı fark etmek, farklı olanı kabul etmek, farklılıkları yönetmek ise ancak insanları tanımakla mümkündür.





 

Okumaya Devam Et