Hayat çok garipti çoğu zaman. İnsanın anlamaya çalışsa anlamakta zorlanacağı ancak anlamaya da çalışmadığı bir gariplik… İnsan kaptırıp gidiyordu yaşamaya, düşünmeden irdelemeden. Bu dünyaya neden gelmişti insan? Büyümek, yemek, içmek, meslek sahibi olmak, para kazanmak zamanı geldiğinde evlenmek, çocuk yapmak, sıradaki gibi yaşamak mı? Eğlenmek, anı yaşayıp keyif yapmak, zevk içerisinde bir hayat yaşamak mı? Ne için gelmiş olabilirdi ki insan bu dünyaya?
İnsan bu dünyaya neden geldiğini ne kadar düşünüyordu? Kaç insanın bir yaşam amacı vardı?
Etrafımıza baktığımızda dağlar, denizler, uçsuz bucaksız gökyüzü, çeşit çeşit kuşlar, böcekler, çiçekler, ağaçlar… Saymakta zorlanacağımız pek çok şey görürken ve tüm bunlar hiç aksamayan bir düzen içerisinde devam edip dururken insan ne kadar düşünüyor, akıl etmeye çalışıyordu?
Ne kadar normalleştirmiştik etrafımızdaki pek çok mucizeyi…
Hiç aksamadan güneşin her gün doğup batması, sonbaharda kuruyan sararan yaprak döken ağacın ilkbaharda canlanması, topraktaki ağacın çeşit çeşit meyve vermesi. Üstelik her birinin tadı, kokusu, dokusu, rengi bambaşka lezzetli meyveler… Yağmurun yağması ardından güneşin çıkması. Rengârenk çiçekler ve hepsinin görünüşü farklı ihtiyacı farklı. Kimi güneşi seviyor kimi gölgeyi, kimi daha az su istiyor, kimi daha çok…
Hepsi birer mucizeyken ne kadar da normalleştirmiştik etrafımızdaki bunca şeyi…
Tıpkı ölüm gibi, ölüm gerçeğini normalleştirdiğimiz gibi…
Doğan her canlının bir sonu vardı. Hepimiz öleceğimizi bilirken, üstelik ölümle her an dip dibe yaşarken, bunun ne kadar farkındaydık? Ne kadar farkında gibi yaşıyorduk?
Oysa ne deniyordu? "Tadını çıkar, anı yaşa, düşünme kafana takma, ye iç eğlen…" Bunun için gelmiş olabilir mi insan dünyaya? Bu muhteşem dizayn, normalleştirdiğimiz mucizeler, hiç aksamayan bir düzen… İnsanın amacı keyifli bir hayat yaşayıp yiyip, sürekli eğlenerek bu dünyadan ayrılmak olamazdı. Ama düşünmüyordu ki insan.
Ve yine gariptir ki doğan her canlının öleceğini bilen insan, bir yakınını kaybettiğinde bir ölümle karşılaştığında büyük tepkiler veriyor ve durumu kabullenmekte zorlanıyordu. Hâlbuki her doğan canlı bir gün ölmeyecek miydi? Hepimizi bekleyen son belli değil miydi? Neden ölümle karşılaştığında beklenmedik bir şey ile karşılaşmış gibi davranıyordu insan?
Bu hayattaki en gerçek şey ne diye sorsalar, “Doğan her canlının öleceği!” en doğru cevap olurdu sanki.
İnsana baktığımızda her an ölebileceğini bu dünyadaki yaşamının sonlanacağını bilirken, ölüme bu kadar yakın yaşarken; dünyaya, hayata kendisini nasıl kaptırdığını görmek şaşırtıcı değil miydi?
İnsan istekleri olan bir canlıydı. Ancak insanların büyük bir çoğunluğunun istekleri bu dünya ile ilgiliydi. Daha fazla kazanmak, evim olsun, arabam olsun, tatilde şuraya gideyim, daha çok arkadaşım olsun, daha güzel daha yakışıklı olmayım diye gösterilen çabalar… İstekler, istekler…
Oysa insan sahip olmaya çalıştıklarının bir anda nasıl yitirilebildiğini görüyordu da, sahip olmaya çalışmasının ne kadar anlamsız olduğu gösteriliyordu ona. Görse de yine bildiği gibi yaşamaya devam ediyordu, gördüklerini bir kenara bırakıp kaldığı yerden yaşamaya…
Birkaç saniyelik bir sarsıntı, şiddetli bir deprem, yitirilen hayatlar, kaybedilen yakınlar, tüm sahip olduklarının bir anda kaybedilmesi… Onca sahip olunanın bir anda hiçbir anlamının kalmaması… Savaşlar, her şeyini yitiren onca insan, yapılan zulüm, evinden yurdundan olan insanlar, zulme seyirci kalan insanlık… Şiddet, cinayetler, kazalar, kaybedilenler…
İnsanın gördüğü pek çok şey varken, görmemişcesine yaşamaya devam etmesi… Düşünmemesi, irdelememesi… İsteklerinin peşinden koşmaya devam etmesi… Yaşananlardan, yaşadıklarından kendisine çıkarım yapmaması…
İnsanın bir yaşam amacı olmalıydı. Bu muhteşem dizayn içerisinde yaşarken, isteklerinin peşinden koşmak olmamalıydı amacı. Anlık zevkler ile geçmemeliydi ömür. Düşünmeliydi bu dünyaya neden gelmiş olabileceğini. Bir yön belirlemeliydi kendine, bir hedef koymalı ve o hedefe doğru ilerlemeliydi. Hedefi için çabalamalı, hayatının bir anlamı olmalıydı.
Keyifte olmalıydı hayatının içinde ama tek amaç keyif olmamalıydı. Keyfin peşinden koşarak geçirmemeliydi hayatını. En önemlisi de her an kendisine tanınan sürenin bitebileceği gerçeğini unutmadan yaşamaya devam etmeliydi.
Düşünmeliydi insan, irdelemeli, görünenin arkasındakini de görmeye çalışmalıydı. Bunun içinde akletmeliydi…
Günümüzde kulağa hoş gelen kelimelerle insan o kadar çok yanılıyor ki... Evet anı yaşa ama dünü ve bugünüyle değerlendirerek anı yaşa... Kaleminize sağlık
YanıtlaSilHedef olmadığında savrulmuş hissediyor insan kendini... Dik ve net yürümek mi? Nereye gittiğini bilen... Yoksa sürekli düşen nereye gittiğini bilmeyen biri olmak mı....
YanıtlaSilSeçimini yap.. emeğinize sağlık 🍁
İnsan bu hayatta gelip geçici olduğunu bilmesine rağmen yaşadığı süreçte hiç bitmeyecekmiş gibi hissetmesi ve öyle yaşaması...aslında belkide tüm gereksiz telaşı da bu! Bir durup düşünse, belki yatırımını yarın kimsenin hatırlamayacağı anlık keyiflere değilde arkasından iz bırakacak iyileklere yapar...hatırlayanlardan olmak ümidiyle 🤲...Kaleminize sağlık ✍️🎈
YanıtlaSilTesekkurler
YanıtlaSilAkletmeye ne kadar çok ihtiyacımız var.
YanıtlaSilOysa biz ne kadar az düşünüyoruz
YanıtlaSilZBT
YanıtlaSilEllerinize sağlık, yine bizi derinlere götüren bir yazı olmuş 💐
YanıtlaSilİnsanin bir yaşam amacı olmalı. Yaşarken düşünmeli, irdelemeli. Anlık keyifler peşinde koşmak yerine hedefine doğru ilerlemeli..
YanıtlaSilİnsanın en büyük hatalarından biri normalleştirme...ve gereksiz şeyleri normalleştiren insan, gerçek ve gerekli olan şeyleri anormal zannediyor. Gerçek ve sahte birbirine karışıyor...Kaleminize sağlık...
YanıtlaSilİnsanın gerçekçi hedefleri onu her şeyden keyif alır hale getiriyor keşke bunu yakalayabilsek… Elinize sağlık 🌸
YanıtlaSilDoğada her şey bu kadar çeşitli iken insanoğlunun tektip çabası kendine attığı gollerden biri… Kaleminize sağlık…
YanıtlaSilKaleminizee sağlık...
YanıtlaSil