Eylül ayında güzel bir sonbahar günüydü. Gökyüzü maviye bürünmüş, güneşin parlayan ışığı gözleri yakıyordu. Hafifçe tene değen rüzgâr esintisinin hoşluğu. Dışarda huzur veren bir hava. Zeynep ve Buse büyük bir gökdelenin bir ofis katında çalışan iki yakın arkadaştı. Dışardan bakıldığında katları ve yapısı ile “vay be, ne kadar büyük” dedirten o devası yapılar. Binanın açılan penceresi yoktu elbette olamazdı da zaten, otuz katlı bir gökdelen de nasıl olabilirdi? hiç güvenli olmazdı. Aynı zamanda pencereleri dışardan bakıldığında içeriyi göstermeyen filmlerle kaplıydı. Ne de olsa ofis mahremiyeti çalışanların dikkatinin dağılmaması önemliydi.
Dış dünya ile aralarına örülmüş demir bir kubbe gibi sanki. Ofisin de elbette kendine özgü bir doğası vardı. Dışardaki doğal havanın güzelliğinden hiç faydalanılamadığından havalı ama bir o kadar da yapay bir ortam. Ofisi aydınlatan spot ışıkları, havalandırmadan gelen hava, içeride bir o kadar bilgisayarlar, telefonlar yani radyasyonda bereketli bir ortam.
Zeynep ve Buse her gün saat onda günün ilk kahvesini birlikte içerler. Kahvenin eşliğinde birbirlerine geçen günün özetini aktarırlar veya o günün planlarından bahsederler. Gündemin önemli haberlerini de görüşürler ne de olsa Basın Yayın çalışanlarıydı. Dünyada ve ülkedeki tarihi bulgular, arkeolojik kazıların, araştırmaların yazıları ve haberlerini takip ediyorlardı. İşlerinin gereği bir zaman sonra insanları, insanlığın tarihini, bulguların öykülerini daha da merak eder olmuşlardı. Mesleki deformasyon diyorlardı. “Gerçekten mi?” cümlesi Zeynep ve Buse’nin mottosu olmuştu. Çünkü her şahit oldukları öykü bu soruyu dile getiriyordu. Çağlar boyunca insanoğlunun var oluşu yaşamı her geçen gün daha da merak konusu olmuştu. İlkel insan modern insan, ilkel çağ modern çağ, bu gerçekten böyle miydi? İnsanın gerçeği, doğanın, yer yüzünün gerçeği. Bulgular aksini ispatını sunarken nasıl gerçeği merak etmez ki insan?
Peki gerçek nedir? Gerçek, kişiye, zamana, mekâna göre değişiklik göstermeyen tüm zamanları kapsayandır. Binlerce yıl önce güneşin ayın varlığı ile ısınan yeryüzü gibi. Hava gibi su gibi. Bizler ilk ve son değilken nasıl bu kadar kendi gerçeğimizi kaybettik?
Oysaki insanoğlu her zaman gerçeği merak etmiştir, anlatılan öykünün, bir elmanın, denizi, göğün, insanın…Nasıl oldu da insan artık kendisine anlatılan her şeye kolaylıkla inanmayı tercih etti? Hiç düşünmeden, irdelemeden, hatta denemeden. Fikirler doğdu, düşünceler, yorumlar herkese göre çeşitli çeşitli teoriler öne sürüldü. Bir teori üzerine aksini ispatlayan öne sürüldükçe diğeri çürütüldü. Fikirler yarışı gibi. İnsanın insanı beğenmediği ve daha iyisini ortaya koyma çabası olmuş olsa da doğanın kendi var oluşu düzenine de neden bakmadı? On iki bin yıl önce nasıl üç boyutlu taşı oymuşlardı? Mağara da yaşarken evi bilmiyorken bu nasıl olabilir?
Demir gökdelenler miydi medeniyete ulaşmak?
Yoksa dağları oyarak taştan estetik mimari eserleri mi inşa etmek bir medeniyetin eseriydi?
İki bin yıl önce alt yapısı ve su boruları ile inşa edilmiş şehirler? Doğal ve estetik güzellikleri ile ilkellikten medeniyetten hiç uzak değil esasında. Düşündükçe bağışıklığı gittikçe zayıflamış bir tarih öyküsü gibi.
İçinde bulundukları gökdelene bakınca sanki medeniyetten daha uzak gibiydiler. Işıksız havasız hayatta kalma mücadelesi veren bir yarasa misali. Bu şekilde hayatta kalmaya çalışırken geçmişi ilkel olarak adlandıran zamane insanı. Sonra sağlık yazıları geldi akıllarına. Doğal yaşamanın önemini vurgulayan yazılar. Sağlıklı bir ömür için doğal yemek, güneşi ilk ışıklarıyla karşılamak, temiz hava, doğada yürümek. Zararı ölçülemez internetten uzak bir hayat. Günün büyük bir kısmını bir demir yığını içerisinde yaşıyorlarken bu nasıl mümkün olabilirdi ki? Şimdi ilkel kim? Şehirlerin büyüdüğü, teknolojinin ileri safhada olduğu, iletişim çağında bir başımıza bina yığınları arasında gerçeğinden yitirmiş olan bizler mi, onlar mı? Hangisi?
Gerçek olana ihtiyacımız var oysa ki...
YanıtlaSilSahte ile oyalandı insanoğlu ve bu nesillerce devam etti... :(
Kaleminize sağlık ✏️
Gerçeklikten uzaklaştıkça sahteye meyletti insanoğlu... Kendine ne büyük zarar verdi... Su gibi hava gibi olan gerçek içimize girmedi çünkü.
YanıtlaSilGerçeği anlayanlardan ve hayata geçirenlerden olmak dileğiyle...
YanıtlaSilTeşekkürler 🍃
İnsanı sahteyi güzelleştirerek oyalamak kolay çünkü herkes güzeli ister ancak kişi gerçeği anlayınca, onun farkına varınca sahtenin güzelliğine kanmaz...🌺
YanıtlaSilO kadar gerçeği bilmeye ihtiyacımız var ki... Ama dört tarafımız çevrilmiş durumda. Sağlıksız, zehirli gıdalar, sahte arkadaşlıklar, insanoğlunu oyalayacak her şey var günümüzde ve mutlaka bir yerlerden başlamalı iyileşmeye.
YanıtlaSilKaleminize sağlık 🤗
YanıtlaSilYanlışı doğru gibi gösterenler var bu hayatta ne yazık ki çok kolay kanıyoruz…
YanıtlaSilteşekkür
YanıtlaSilGerçekten uzaklaşan insan mı yoksa gerçeği hayatında düstur edinmiş insan mı ? kim ilkel?
YanıtlaSilDış dünya ile bağlantı kuramadığı halde özgür olduğunu düşünen insanlarız.. Kaleminize sağlık 🌼
YanıtlaSilBirine bir sır verme hakkım olsa o da sadece bir tane olsa derim ki: Hiçbir şey göründüğü gibi değil… Görünene aldanma…
YanıtlaSilne çok doğru bildiğimiz yanlışlar..yanılgılarımız var...
YanıtlaSilGerçekliği kaybettikçe bizde hastalanmaya başladık maalesef…
YanıtlaSilteşekkürler
YanıtlaSilŞüphesiz insanın gerçeğe çok ihtiyacı var
YanıtlaSilMedeniyet kavramını çok yanlış anlamışız 😔 kendimizi medeni sanlarken meğer ne kadar ilkelmişiz
YanıtlaSilGerçeği hayatına almayanın gerçeğe kıymet vermesi çok zor. Kaleminize sağlık..
YanıtlaSilİmkanlar içinde imkansız olan insanoğlu bir gün uyanılması dileğiyle.. ne güzel bir yazı olmuş.. ellerinize sağlık🌻
YanıtlaSilTeşekkürler güzel yazı için.. Geçmişteki bulgular pek te ileriye gitmediğimiz gösteriyor..
YanıtlaSilÇok keyifli ve düşündüren, farkındalık oluşturan bir yazı. Kaleminize sağlık
YanıtlaSilKaleminize sağlık
YanıtlaSil