31 Ekim 2024 Perşembe

GERÇEĞE KAVUŞMAK

Sallanan koltuğunda bir öne bir arkaya hareket ederken bir yandan etrafını saran güzel odaya bakıyor, bir yandan da düşüncelere dalıp gidiyordu. Duvarda pembe mavi minik kalplerle bezeli duvar kağıdı. Pembe bulut şeklinde raf ve üzerinde fotoğraf çerçeveleri, atlı karıncadan müzik kutusu…  Ve iki tane beyaz bebek karyolası… Mine uzun süredir beklediği o güzel günlere kavuşmuştu. Bin bir emekle uğraşıp dekore ettiği o güzel odanın içindeydi… Sanki bebekler kendilerine oda istermiş gibi. Minik bebeklerinden biri kucağındaydı. Hayalini kurduğu günler gelmişti.  Ama o hayalini kurduğu gibi mutlu muydu? Pek sayılmaz

Bebekleri ile hastaneden çıkıp eve geldikleri andan itibaren anne olmanın zorlukları ile yüz yüze gelmişti.  Keşke birileri bu zorluklardan ona bahsetseydi. Herkes en güzel yönlerini anlatmıştı. Geceleri bebekler uyanacağı için kalkacağını biliyordu ama, uykusuz kalmanın onu bu kadar yorabileceğini hiç tahmin etmemişti. “Karınları aç mı, acaba yeterince emebildiler mi? Acaba mama mı vermeliyim?” Konuşamıyorlar, dertlerini anlatamıyorlar diye evham yapacağı hiç aklına gelmezdi. Doğum sonrası depresyon diye bir şey duymuştu ama, “Ne olacak canım abartıyorlar! Hem ben anne olmayı çok istiyorum depresyona falan girmem!” diye düşünmüştü. Ama ilk haftalardaki o sürekli duygusallaşıp en ufak şeyde gözleri dolup ağladığı zamanlarda, yaşayarak görmüştü. Ben adeta pembe bulutlar içinde bir hayal kurmuşum.” diye düşündü…

Gözleri kapıya daldı. Kapıda hastane odası için yaptırdığı o güzel el emeği keçe kapı süsü, prensli ve prensesli. Aynı prens ve prenses figürlerinin küçük boyutlarından hastaneye ziyarete gelenlere hediye etmek için de yaptırmıştı. Detay detay bunları düşünmüştü. Hastane ziyaretine gelenlere sarmalar, börekler, çikolatalar. Bebeklerini ilk kucağına aldığı anları hep hatırlamak için hastaneye gelen doğum fotoğrafçısı… Ve tabii ki o fotoğraflarda güzel çıkabilmek için hastanede saçlarına fön çektirmesi. Evlerine geldiklerinde bebeklerinin o mini mini hallerini unutmamak için çektirdiği yeni doğan fotoğrafları. Bebeklerin sepetin içinde fotoğrafları, sandığın içinde uyurken fotoğrafları. Ne kadar da abartmıştı, ne kadar da kendini yormuştu. Şu an bunlar çok komik gelmeye başlamıştı. 

Yakın geçmişe bakıp tüm bunları düşündüğünde kendine şaşırdı Mine. “Kendime sahte bir dünya oluşturmuşum. Gerçeklikten uzak… Anneliğe gerçek bir hazırlık böyle mi olmalıydı? Sanki ayakları şu an yere basıyordu. Gerçeklerle yeni yeni yüzleşiyordu… Bebeği kucağında uykuya daldı.  Onları bu halleriyle saatlerce seyredebilirdi ama kendisinin de uyuması gerekiyordu.  “Balkona çıkıp bir hava alayım, yoksa sanırım düşüncelerden uyuyamayacağım.” diyerek dışarı çıktı, hava mis gibi tertemizdi. Gördüğü manzara adeta onu tazeleyecek güzellikteydi. Gökyüzüne asılı, pırıl pırıl, bembeyaz, kocaman bir dolunay ve onun etrafına serpiştirilmiş pamuk gibi minik bulutlarla bezeli lacivert gökyüzü. Ne kadar da muhteşemdi… Yükselen çirkin binaların üzerinde tezat oluşturabilecek kadar güzel.  Henüz şafak vaktine bir süre daha vardı.  Birkaç saat sonra ufukta ince bir aydınlık belirecek, sonra gökyüzü bin bir güzel renge boyanacaktı…

Doğadaki görüntülerin insana bu kadar iyi gelmesinin bir anlamı olabilir miydi? Gökyüzüne bakmak, bulutların oluşturduğu muhteşem desenlere odaklanmak… Bir ağaca bakmak, yapraklarının hışırtısını dinlemek… Denize bakmak, dalgaların sesini duymak, mis gibi deniz havasını içine çekmek…  Öğleden sonra güneşin kocaman denizin üzerinde oluşturduğu turuncu pırıltılara bakmak… Neden çok iyi geliyordu insana? Çünkü gerçekti. Üzerinde yaşadığımız dünyanın gerçeği buydu. O gerçeğin üzerinde bir de insanoğlunun yaptığı yapılar vardı. Koca koca beton binalar, şehirler, bir ağaca bile yer verilmeyen sokaklar. Spor salonunda yürümekle deniz kenarında veya bir ormanda yürümek aynı şey değildi.  İnsanoğlu gölge için şemsiye yapıyordu ama hiçbir şemsiyenin gölgesi ağaç gölgesi gibi serin olmuyordu. Gerçek ve temiz bir hava insana şifa veriyor.” diye düşündü Mine. 

Gerçek bir kaynak suyu insana şifa veriyor… Ama gerçekliğinden uzaklaştığında, içine kirli, yabancı maddeler karıştığında insanın hastalık kaynağı oluyor. Meyve ve sebzeler hormonlu değilse tarım ilaçlarıyla zehirlenmediyse şifa veriyor. Demek ki gerçeğine ne kadar yakınsa insana o kadar şifa veriyor, vücudun ihtiyacını karşılıyor. Fakat insanoğlu onu zehirlediyse, şifa bir yana, hastalanma nedeni oluyor. Gerçeğinden uzak olan her besin bize zarar veriyor.

Zihin de öyle… Onun da gerçeğe ihtiyacı var. Gerçek bilgiye ihtiyacı var. Sahte olan bilgi insana fayda vermiyor. Bir anne babanın çocuğunu yetiştirmek için gerçek bilgiye ihtiyacı var. Bir doktorun şifa verebilmesi için gerçek tedavi yöntemini bilmeye ihtiyacı var. İnsanın hayatındaki süreçlerinde de gerçek ihtiyacına odaklanmaya ihtiyacı var. Yoksa istekleri onu bir yaprak gibi savurup gerçek dünyadan uzaklaştırıyor.  Tıpkı Mine’de olduğu gibi. Gerçek insanın ihtiyacı. İnsan gerçekliği hayatına ne kadar alırsa, o kadar fayda görüyor ve kendisini gerçekten uzaklaştıran oyalayıcılardan etkilenmiyor.

İçeriden bir ses duydu Mine… Bebek ağlıyordu. O düşüncelere dalmışken diğer bebeğin uyanma vakti gelmişti bile. Dün olsa kendine çok kızardı. ”Boş boş oturdun uyuman gereken vakitte, aferin sana!” derdi ama kızmadı.  Çünkü uykusundan olsa da bu güzel seher vaktinde gerçeğine kavuşmuştu

 



Okumaya Devam Et

29 Ekim 2024 Salı

MİGREN ATAĞI

Gece uykusundan uyanan Ebru, başucundaki bardaktan bir yudum su aldıktan sonra çekmecede ağrı kesiciye uzandı hemen. Yine ağrıları artmış, uykusundan uyandırmıştı onu. Geceleri dinlenmek yerine daha çok yoruluyordu bu ilaçları içmese. Bir an ilacı bulamayınca panik yapmıştı. Perdeler, panjurlar sıkı sıkı kapalıydı. O zifiri karanlıkta tamamen el alışkanlığıyla uzandığı yerde olurdu oysa. Gece lambasını açmak istedi ama bu defa gözlerini kapattı sıkı sıkı. Sanki o ışık gözünden içeri süzülse ağrıları iyice dayanılmaz olacaktı. Derken ilacının sesini duydu ve rahatladı. O ilacı yutmadan geçmeyeceğine o kadar emindi ki artık başka bir çare düşünmez olmuştu.

İnsan düşüncelerini nasıl inanç boyutuna getiriyordu?  “Kahve içmeden ayılamam, kahvaltı yapmadan evden çıkamam, çay içmeden yaşayamam.” ve daha nicesi. Ebrunun bu ilaçla bağı da bu şekildeydi. Senelerce başka başka doktorlara gitmişti ama bu son gittiği doktorun verdiği ilaç onu rahatlatıyordu. İçiyorsun ve geçiyor. Ne büyük rahatlık diye düşündü. Evet anda rahatlatıyor ama toplamda o rahatlık devam ediyor mu? Ebru’nun o gününü ağrısız geçirmesine sebep oluyordu belki ama iç organlarına uzun vadede nasıl bir zarar verdiğiyle ilgilenen yoktu. Oysa sebebini bulsa, asıl kaynağını çözse belki artık ilaçlara olan mecburiyeti de ortadan kalkacaktı.

İnsan hayatın birçok alanında olduğu gibi hastalıklarında da gerçekle sahteyi ayırt edemez olduğu zamanları vardır. Sahte çözümlerle anlık olarak rahatlasa da o problem devam eder. Aksini yapmak, gerçek çözümü bulmaya çalışmak sabır isteyen, emek isteyen bir süreçtir. Aslında gerçek hep bilinir ama insan sonucu çabuk görmek istediği için o yolu seçmez. Ve anda rahatlatan her şey, işin toplamında yoğun zarar verici hale gelir.

Ebru da bunu biliyordu. Daha önce gittiği bir doktor migren ataklarının azalması için yediklerine dikkat etmen gerek dediğinde anlam verememişti. Şekerle benim baş ağrımın nasıl bir ilişkisi olabilir ki?” demişti. Ama arkadaşının ısrarı üzerine bir süre gerçek gıdayla, gerçek bir beslenme diyeti uygulamıştı. Ve evet, sonucu uzun zaman sonra görmesine rağmen, ataklarının arasının en uzun olduğu dönemin o zaman olması bir tesadüf değildi. Gerçek gıda ve gerçek bilgi Ebru'nun hayatına girdikçe, Ebru dününe göre daha iyi olmuştu. Ancak Ebru o gerçekliğe sahip çıkıp süreci uzun vadeye yayamamıştı. Bir kaç kez yaptıktan sonra sıkılıp, tekrar anlık rahatlatıcılara dönmeyi tercih etmişti. 

İnsan gerçekliğe uygun yaşadığında her şey daha kolay, daha yolunda olur. Aksi takdirde hep treni karada götürmeye çalışarak yorulduğu bir hayat olur. Bu arkadaşlığında da böyle, yediğinde de böyle, işinde de böyle, evinde de böyledir. Aslında insan hayatının geneline baktığında her yerde bir migren atağı gibi acılı süreçleri olduğunu görür.

***

Sahte de yorulmak yerine, gerçeğin peşinde koşmaktan yorulmak ümidiyle…  






Okumaya Devam Et

26 Ekim 2024 Cumartesi

GERÇEKLİK, HER CANLININ İHTİYACI


Hiç düşündük mü, insan neden olayların gerçeğini merak eder?

Televizyon programlarında görülür, adam elli iki yaşına gelmiş ama gerçek anne babasını arıyor. Bu yaştan sonra ne yapacağım demiyor. Onları bulduğunda seviniyor.

Ölen birinin neden öldüğünü merak ediyor. Nedenini  bilse ölen için  değişiklik mi olacak? 

Tarihi merak ediyor mesela; "Kanuni, oğlu Mustafa öldürülürken odada mıydı, değil miydi?" 

Şöyle bir dönüp dünyaya baksa, görecek ki insanlar her zaman gerçekleri merak etmiş, gerçeği bilmek istemiş, gerçeği sevmiş ama sahtenin peşinden gitmiş…

Merak etmiş, aramış ama uzaklaşmış sonra…

Gerçek sevgiyi aramış, "Beni gerçekten sevecek, gerçekten seveceğim birini arıyorum." demiş. Bulduğunu sandığında bile ya sıkılmış, ya terkedilmiş ya da aldatılmış. Para kazanmak istemiş ama yönteminde şaşırmış. Güçlü olmakla güçlü görünmeyi karıştırmış. Güzelliği hep kendinde kalacak sanmış. Davranışlarını güzelleştirmeye, marifetlenmeye ihtiyaç duymamış. Ortaklık yapacak marifetli ve güvenilir kişiler aramamış, somut sermayeyle ilgilenip başarısız olunca kaderine küsmüş. Ya vazgeçmiş ya kurnazlaşmış... Ama başarısızlığına sebep olan davranışlarını düzeltmeye çalışmamış. Suçu başkalarında bulmuş.

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; İnandığın şey gerçek değildir ama neye inanırsan o senin gerçeğin olur.

İnsan sahteye inandıkça, sahtelikler kendi gerçeği oluyor. Aynı cümleler dönüp duruyor; "Bu zamanda kredisiz iş yapılmaz, mal sahibi olunmaz… Belli bir yaşa geldiğinde mutlaka estetik müdahaleler yaptırmak gerekir… Dershane ve özel ders olmadan kimse başarılı olamaz."

İnsanın hayatı inandığı sahtelikleri gerçek sanarak geçer gider… Sahteye yapılan yatırımlar, sahteye duyulan beklentiler insanı bir yere getirmez. İnsanın hayatta yücelmesinin ve başarılı olmasının tek yolu gerçeğe uygun hareket etmesidir… Peki ne oluyordu bu kadar gerçeğin peşinden koşan bir insan sahteyi seçer hale gelir?

İnsanoğlu yaratılmış olduğu günden itibaren istekleri ile sınanan bir canlı. Tüm olay ihtiyaçları ile isteklerini ayırt edemediği yerde başlar. İnsanın bütün problemleri buradan kaynaklanır. Neyi kendisine ihtiyacı olmadığı halde ihtiyaç yaptıysa onunla ilgili birçok sorunlar çıkmaya başlar. İşte burada yanılmaya başlar insan ve bunların peşinden gider, yoldan çıkar sapar, uzaklaşır ve aldatılır...

Oysa ki insanoğluna verilmiş birçok kılavuz oldu bu hayatta ama insan duysa da görse de anlasa da bilse de gerçeği, her zaman istekleri doğrultusunda hareket etmeyi seçti ve bu da onu hep sahteye yönlendirdi.

İnsan için zor olandı halbuki sahte. Çünkü gerçek her zaman basit ve kolay olandır. Ama insan zoru kendisine kolay yaptı, sahteyi kendi gerçeği yaptı, ve yanıldı, oyalandı. Dostlarını düşman, düşmanlarını dost görmeye başladığında, gerçekten uzaklaştı. İşte bu kadar istekleri peşinde koşan insanoğlu yaratılışını da Yaratanı da terk etti. O kadar sahteliklere saptı ki erkekler erkek gibi olmaktan, kadınlar kadın gibi olmaktan, çocuklar çocuk gibi olmaktan, yaşlılar yaşlı gibi olmaktan uzaklaştı...

Ekosistem tümüyle sahte bir hal aldı. Tüketilen gıdalar, kullanılan kozmetikler, yapılan işler, giyilen kıyafetler, yaşanılan ilişkiler, kurulan iletişimler her şey gerçekten uzaklaştı. Gerçek insanı üstün kılardı oysa... İnsan sahte ile aciz kalmayı seçti...


 





Okumaya Devam Et

24 Ekim 2024 Perşembe

NASIL BEREKETLENİR?

Nasıl Bereketlenir

“İstifa etme düşüncesi çık aklımdan. Faturalar var, ödemeler var...” 

Son zamanlarda, neredeyse her iş gününü böyle geçirmeye başlamıştı Ayşe. Bir yandan gelecek kaygısı, bir yandan masraflar, bir yandan işin stresi onu iyice bunaltıyordu. Nefes almak için sahilde dolaşıyor, ağır adımlarla güneşin batışını izleyerek eve doğru yol alıyordu. Yolun karşısında el arabasında patates, soğan satan yaşlı bir amcayı fark etti; gelene geçene sesleniyor, akşam tezgahını bitirmeye çalışıyordu. 

Ayşe’nin aklından bir sürü şey geçmeye başladı. “Acaba gerçekten kâr ediyor mu? Kâr etse bile patates, soğan satmakla geçinebilir mi bir insan?” Kendini ve çevresindekileri düşündü. Eşi de kendisi de ortalamanın oldukça üzerinde bir kazanca sahiplerdi ama iki maaşla ancak geçinebiliyorlardı. Hatta bazı aylar kredi kartını ödemekte zorlanıyorlardı. Moda kıyafetler, trend mekanlar, yurtiçi ve yurtdışı tatilleri derken elde avuçta bir şey kalmıyordu. Bir an daldığı düşüncelerden çıkıp satıcıyla göz göze geldi.  “Buyur, hanım kızım” dedi amca. Ayşe’nin aklına evde de patates olmadığı geldi. Fiyatlar da gayet makuldü. İki kilo patates için parayı uzattı. Amca parayı alırken güler yüzüyle, “ALLAH bereket versin kızım” dedi.

Sahi bereket neydi? 

Bereket olunca ne olur? 

Bir şey nasıl bereketlenir? 

Aklında bu sorularla eve varmıştı Ayşe... İş yoğunluğu, akşam buluşmaları derken uzun zamandır mutfağı kullanmadığını fark etti. Aldığı malzemelerle annesinin meşhur patates köftesini yapabilirdi. Patatesleri soyarken tekrar düşünüyordu. “Acaba amca emekli mi? Hem emekli hem çalışıyor mu? Güler yüzünden belli ki mutlu biri. Acaba onu memnun eden ne? Nasıl bir hayat sürüyor?” Çevresindeki birçok insan, toplumun üzerinde bir yaşam sürmelerine rağmen şikâyet ediyor, en ufak bir olumsuzlukta yüzlerini asıyor, bu ülkede yaşanmaz diyorlardı. Peki, o amca nasıl yaşıyor, nasıl geçiniyor, yüzündeki samimi tebessümünü neye borçluydu? Bunun cevabı berekette miydi? Zaman bereketlenebilir miydi? 

Ayşe’nin işleri hep çok yoğundu ama zamanı yetmiyordu. İyi para kazanıyordu ama hala borçluydu. Ayşe bir yandan patatesleri doğruyor diğer yandan hayatını düşünüyordu. “Benden çok daha az kazananın yüzü gülüyor ama ben çok fazla imkana sahip olmama rağmen mutlu olamıyorum. Bana neden hiçbir şey yetmiyor, zaman da para da. İmkanın fazlalığıyla, daha çok elde ettiklerimle mutlu olmam gerekmiyor muydu? Mesela bir sürü kıyafetim var, hala almam gerekiyormuş gibi hissediyorum.” 

Aslında mesele kaynaklarını ne için ve nasıl kullandığınla alakalıdır. İnsan kendi için faydalı bir iş yaptığında bunun faydası başka alanlara da yansır. Üretmekle güne başlamak, günün devamında da üretim isteğini tetikler ama tüketerek başlayan üretmekte zorlanır. Üretimin verdiği keyif insanlarda sürekli bir mutluluk oluşturur. Üretim sabır, istikrar ve emek istiyor ve devamında da bir bereket getirir. Ama her şeyin kolayı varken insan neden üretimle uğraşsın? 

Nasıl Bereketlenir?

Ayşe eve gelirken girdiği fırındaki adamın nasıl yorulduğunu düşündü. Bütün gün ekmek üreten bir fırın. Kaç kere “Hadi versene kardeşim ekmeğimi geç kaldım” diyen aceleci müşterilere rastlamıştı o fırında. Halbuki fırıncı sabah beşte dükkanı açıyor, hamuru mayalıyor, fırını yakıyor ve bunu insanlara fayda sağlamak için yapıyordu. Ama hiçbir fırıncıyı bundan şikayet ederken görmemişti. Rahmetli babaannesi söylerdi; 

“Bir günün bereketi erken kalkıp yol almakta saklıdır. Bir paranın bereketi isteklerine göre değil, ihtiyaçlarına göre alışveriş yapmaktan geçer. Eşyanın ne kadar çok olduğunun kıymeti yok, önemli olan insana ne kadar temas ettiğidir. Bir şey çok olduğunda etkisi artmaz, tam tersine onun için sarf edilen nimetin, imkanın, kafa yormanın, harcanan vaktin, emeğini ve kıymetini fark edememesine sebep olur. O yüzden insanın bereketini kaçıran şey israflarıdır. İnsan ne kadar tüketirse o konuda teması azalır, ne kadar üretirse de bereketi o konuda artar. Bereket insanın hayatına yayılan bir nimet. Bir saniyelik zaman diliminde imkanlarının çokluğunu gösteren, o anda kalbini tarifsiz bir huzurla, şükürle dolduran bir his. Bereket çokluk değil; bereket sahip olduklarımızın temas etmesidir. Kime nasıl temas edeceği ise kişinin yapıp ettikleri ile ilgili.” 

Ayşe’nin patates köfteleri fırında pişmişti. Hemen sofrayı kurmuş eşiyle güzelce karınlarını doyurmuşlardı. Acaba yeter mi dediği yemeğin yarına arttığını görünce kendini “Bereketli oldu” diye düşünürken buldu...



Okumaya Devam Et

22 Ekim 2024 Salı

TAŞ USTASI

Mahir kalabalık şehirlere uzak, süsün şehir ışıkları değil; doğanın olduğu bir köyde yaşıyordu. Köyün girişinde onu çeşit çeşit meyve ağaçları karşılardı. Merkezindeyse büyük bir çınar ağacı vardı, kimse yokken de ben buradaydım dercesine… Taş ustasıydı Mahir. Babasından ve dedesinden öğrendiği ustalıkla yıllardır taşları işler, onları birer sanat eserine dönüştürürdü.  Yaz demez kış demez, bir dağın eteğindeki en nadide taşları bulur çıkartırdı. Ayrıca her sabah erkenden kalkar, köyün arkasındaki büyük kayanın yanına gider ve gün boyu o taşla çalışırdı. Bu kaya, Mahir için sadece bir hammadde değil, aynı zamanda gerçeğin simgesiydi. Taşın değişmeyen sertliği ve şekil alması, ona her zaman gerçeği hatırlatırdı. Yolda yürürken görüp alınmayacak taşlar, onu işlemeyi bilen insanın elinde birer zarafet simgesine dönüşüyordu.

Köydeki insanlar Mahir'in taşlarla konuştuğunu düşünürdü. Bir gün, şehirde yaşayan genç bir adam geldi köye. Bu genç, gerçeği; hayatın anlamını bulmak istiyordu. Neden insanlar en yakınlarında olan şeyi uzaklarda ararlardı ki!? Mesela Tibet’e gitmezse bulamaz mı insan hayatın anlamını, gerçekliğini!? Mahir’in koca bir kayayla uğraştığını görünce selam verdi ve ne yaptığını sordu. Mahir, elindeki çekici yere bırakıp gence döndü.

-“Ben bir taş ustasıyım, taşları işliyorum.”

-“Aaa ne değişik bir meslek!”

"Peki sen ne yapıyorsun, buralarda?" diye sorunca Mahir, “Ben gerçeği arıyorum.” dedi delikanlı. Mahir hızlıca cevap verdi ona; “Gerçek mi? O, her zaman gözümüzün önünde. Tüm zaman, tüm mekân ve tüm insanlar için geçerli. Yani değişmez ve tutarlı. Tıpkı bu taş gibi.”

Genç adam kaşlarını çatıp “Ama gerçek, kişiden kişiye göre değişir. Senin gerçeğinle benimkisi aynı değil ki. Bak, taş bile senin elinde farklı bir şekil alıyor.” dedi. Mahir, genç adamın eline bir parça taş tutuşturdu. “Bu taşın sertliğini hissediyor musun? Her ne kadar şekli değişse de özü aynı kalır. Taş yine taştır. Sen onun şeklini değiştirebilirsin ama gerçekliği değişmez.” Genç adam, taş parçasını avucunun içinde sıktı. “Peki, ya duygu ve düşüncelerimiz? Onlar da sürekli değişiyor. Bu durumda gerçek, nasıl tutarlı kalabilir ki?” Mahir gülümsedi. “Duygu ve düşünceler, dalgalanan bir deniz gibidir. Dalgalar yükselir ve alçalır. Ama denizin kendisi, yani derinlerdeki su hep aynıdır, değişmez.”

Genç adam derin bir düşünceye daldı. Mahir, çalıştığı büyük kaya parçasına tekrar döndü ve çekiciyle taşın üstüne vurdu. Taştan bir parça kopup yere düştü. “Bak, bu taşın şekli değişti ama özü değişmedi. Ne kadar parçalarsam parçalayayım, her bir parçası yine taş.” Genç adam başını salladı. “Yani, gerçeğin özü değişmez, sadece bizim onu algılama şeklimiz değişir.” Mahir, gencin omzuna dokundu. “Aynen öyle. Gerçek her zaman yanı başımızda ve çok sade. Bize düşen tek şey, onu görüp anlamak ve ona göre yaşamak...”

İnsan hep gerçeği bulmaya çalışır. Neyi aradığını içinde tam konumlandıramasa da, hep gerçeği arar. Bezen yaşadığı huzursuzluklar, belirsizlikler de bu yüzdendir. O yüzden gerçeği duyduğunda rahatlar. Her şeyi doğru yere konumlandırmaya başlar. Doğru yerde üzülür, doğru yerde kaygılanır. Bir şeyin gerçekliğini bilen üstün olur. O bilgi başarıya götürür. Ne yapması, ne yapmaması gerektiğini ve neden yapması, neden yapmaması gerektiğini bilir. 

Mesela ağaçlar… Eğer ağacın gerçekliğini bilmezse insan, altında çay içip sohbet etmek bile gerginliğe yol açabilir. Salgıladığı gazlar sebebiyle meyve veren ağacın altında çay içilmez, keyifle oturulmaz. Serinletici etkisi olduğu için yapraklı ağaçların, meyvesiz olanların altında keyifle oturulur. Veya bir taş... İnsan bir taşın gerçekliğini bildiğinde, onu bir mücevhere dönüştürme hakkı olur. Veya ticari hayatta... Ülkenin en iyi mühendislik fakültesini bitirmiş biri olsa dahi, kalorifer su kaynattığında onun yerine İsmet Usta gerçekliği biliyorsa, o fabrikanın kalbi olur.

İnsanoğlu bu hayatta aslında çok kıymetli, çok değerli... Aceleciliği, sabırsızlığı, tartışmaya meyli hep oyalar onu ve boşu boşuna gittikçe gerçeklikten uzaklaşır.

Peki, yakınlaşmak için ne yapmak gerek? 

Zıttında hamle yapmak... 

Sabırla, uyumla, sakince, ilimle...

 

 


Okumaya Devam Et

19 Ekim 2024 Cumartesi

BEREKET NEREDE?

 

Uzun ve sıcak geçen bir yazın ardından nihayet sonbahara giriş yapılmış, Eylül ile birlikte kavurucu sıcaklar yerini hafif bir serinliğe bırakmıştı. “Ne kadar yorucu, monoton bir yazdı, şükür geride kaldı.” diye düşündü Hatice. Çocuklar ile birlikte, tüm gün evde yaz sıcağında pek bir şey yapamamışlardı. Okullar kapanıp, yaz tatili başlayınca geç yatıp geç kalkmaya başlamışlar, nerdeyse sabahı yaşayamaz olmuşlardı. Öğleye doğru uyanıyorlardı, sonra birden akşam oluyor, bir şey yapmaya pek fırsat kalmıyordu. Ama artık tatil bitip okullar açılmıştı. Hayatlarına uzun bir zamandan sonra düzen gelmeye başlamıştı. Çocuklar okula yetişebilmek için erken kalkıyorlardı. Büyük kızı geç kalmamak için erkenden kalkıp servise yetişiyor, küçük kızını da evin yakınındaki okula kendisi götürüp getiriyordu. Kızını bırakıp geldikten sonra tekrar uyuyamıyor, etrafı toparlıyor, mutfağa geçip yemek hazırlığına başlıyordu. Öğle olmadan tüm işi bitiyordu.

Yine o günlerden birinde; işlerini bitirince saate bakıp, Ne yani o kadar iş yaptım, daha öğle olmamış” dedi. Kendine bir çay koyup balkona oturdu Hatice, düşünmeye başladı. Ne kadar güzeldi, insanın hayatında düzen olması, sıralı bir şekilde işlerini yetiştirmesi. Birden yazı düşündü, yetişmeyen işler, geçiveren günler aklına geldi… Şimdi öyle miydi? Evdeki herkes erkenden kalkıyor, işine gücüne koyuluyordu. Erken kalkmanın bereketi diye düşündü.

Hatice çocukken yazları anneannesinin yanına köye giderdi. Köyde gün erkenden başlar, herkes işe koyulurdu. Anneannesinin “Sabahın bereketi başkadır yavrum” dediğini hatırladı. Hatice’nin de şu an yaşadığı tam da buydu işte… Sabahın bereketi! Ee ne de olsa erken kalkan yol alırdı. Ne kadar da doğruydu. “Güzel günlerdi, her şeyin lezzeti, keyfi vardı” dedi kendi kendine. Aslında imkânlar şimdi ki zamandakine göre sınırlıydı, ama teması vardı her şeyin, bereketi başkaydı.

Çayını tazelemek için mutfağa girdiğinde masanın üstündeki ezilmiş muzlara gözü ilişti. Her seferinde daha az alalım diyorlardı, ama eşi de kendi de pazara gidince dayanamayıp çokça alıyor, ezildiği için bir kısmını atmak zorunda kalıyorlardı… Çocuklarda ezik muzları yemek istemiyordu. Hatice ne zaman meyveyi kararında alsa sanki o meyvelere ayrı bir tat geliyordu. Çocuklarda iştahla yiyor, meyveler ziyan da olmuyordu. "Az olunca bereketi artıyordu sanki..." diye düşündü. Sonra aklına annesinin çocukken hazırladığı sofralar geldi. 

Hatice kıt kanaat geçinen bir aile de büyümesine rağmen evlerinden misafir eksik olmazdı. Anneciği sofrayı kurardı. Evde ne varsa ikram eder; çocuklarını da "Misafir geldi mi bereketi ile gelir, sakın ağırlamaktan çekinmeyin." derdi. Gerçekten de öyle olurdu. Sofralar kurulur, herkesin karnı tok kalkardı. Evlerinden neşe eksik olmazdı. Babacığı da ayakkabı boyacısı olmasına rağmen hepsinin ihtiyacını karşılardı. Hiçbirini mahrum etmezdi. Derdi ki; Az kazanın, helal kazanın. Helal para bereketlidir. Sizi mahcup etmez. Hatice daha küçükken anlamıştı azın bereketi olduğunu… Gözleri doldu. Nurlar içinde yatsınlar ne güzel değerler katmışlar bize... diye düşündü. Şimdi o da anne olmuştu. Çocuklarını düşünüyor. Ve onların beslenmeleri için elinden gelini yapıyordu. Ancak bunu yaparken yiyecekleri israf ettiğini fark etti.

Hatice yiyebileceklerinden daha fazla meyve almanın israftan başka bir şey olmadığını anlamıştı. “Hem bu yiyecekleri israf ediyoruz. Hem de bunları almak için çalışıyoruz” dedi içinden. “İnsan zamanı verimli kullandığında bereketini nasıl hissediyorsa, ihtiyaçlarını belirleyip ona göre harcadığında da kazancının bereketini hisseder.dedi. Nasıl da birbiriyle ilişkiliydi her şey. Akşam eşi eve gelince durumu anlatacaktı. Meyveleri fazla almadığında çocukların yediklerinden daha çok keyif aldığını ve meyvelerin de israf olmadığını söyleyecekti. Eşinin de kendine hak vereceğini düşünüyordu. Böylece bundan sonra aldıklarına daha fazla dikkat edecek ve gereğinden fazla hiçbir şey almayacaklardı.

Hatice, doğru bir karar almanın mutluluğuyla gözünü muzlara dikti. O muzlarla ne yapabileceğini düşündü. Aklına kurabiye yapmak geldi ve coşkuyla ayağa  fırladı. İsraf etmemeye hemen başlayacaktı ve böylece karar verilen bir işe erken başlamanın bereketini de alacaktı.  Hemen kollarını sıvadı, muzları soyup çatalla ezmeye başladı. Fındık ununu, balı ve kakaoyu ekleyip iyice karıştırdı. Elde ettiği hamuru küçük küçük yuvarlayarak yağlı kağıt serdiği fırın tepsisine yerleştirdi. Özenle yerleştirdiği hamurları önceden ısıtılmış fırına koydu. Çok geçmeden eve mis gibi bir koku yayılmaya başladı. Muzlar israf olmaktan kurtulmuş ve akşama kurabiyeleri hazırdı işte. Hatice, fırından tepsiyi çıkarırken mutluydu. Çocuklar okuldan eve geldiğinde kocaman bir bardak sütle kurabiyeleri yerken Hatice’nin yüzündeki gülümseme daha da artmıştı.

İnsanların pek çoğu az olanı küçümser. Bir çok konu da “Şuncacık şeyden ne olacak ki?!” der ama asıl olayın orada döndüğünü unutur. "Az yesem ne olacak ki, benim hiç yememem lazım zayıflamak için!" der bazen abartır... Bazen de; "Azıcık hareketle insan nasıl kaslansın ki kilometrelerce günlerce yürümesi lazım!" diyerek başlangıç hareketini durdurur.

İnsan her konuda asıl bereketin o az olanda olduğunu bildiğinde, Hatice’nin mutfağındaki gibi göz ardı edilen çürümeye mahkum bırakılan muzlar, günün mutluluğu ve yüzlerdeki gülümsemenin sebebi oluverir. İşten eve yorgun gelen babayı evdeki mutlu yüzler dinlendirir. O baba ertesi gün işe gittiğinde iş arkadaşlarına bulaştırır mutluluğunu… Az olan birden çoğalıverir...

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; azı küçümseme… Aslında tüm işin bereketi, az olana verilen değerde saklı…






Okumaya Devam Et

17 Ekim 2024 Perşembe

GERÇEKLİK İHTİYACI

İnsanoğlu hep gerçeğin peşinde koşar. Genciyle yaşlısıyla… Kadınıyla erkeğiyle…

Mesela isteğinin olması için zorlarken; 

-“Nerede bu pantolon, çok geç kaldım çok. Anne! Anne siyah Pantolonum nerede?

-Makinada yıkanıyor …”

-Gerçekten mi? Gerçekten yıkamaya mı attın anne? Şaka yaptığını söyle, şimdi ne giyeceğim? Of anne ya…”

Veya bedelini ödemediği şeyin olmasını isterken;

-“Samed var ya otuz beş almışsın sınavdan!”

-“Gerçekten mi? Doğru söyle oğlum bak babam mahveder beni.”

-“Gerçekten ya hoca açıkladı az önce...”

Ya da tespit yaparken;

-“Şu karşı masadaki kızın gözlerine bak lens sanırım nasıl da parlıyor.

-Hiç sanmam. Gerçek gibi duruyor iyi bak.”

Ya da mutlu eden haberi pekiştirirken;

-“Bebeğimizin cinsiyeti kız imiş anne çok mutluyuz!”

-“Gerçekten mii!? Çok mutlu oldum evladım."

Veya bir problemi irdelerken;

-“Son günlerde eve geç gelmeye başladın Burak, babanla seni beklerken endişeleniyoruz. Sebebin var belli de nedir işin gerçeği anlat bakalım.”

Veya ilişkideki problemi çözerken;

 -“Yavuz bana gerçeği söyle! O ceketindeki sarı saç neyin nesi!?”

-”Karıcığım gerçekten bilmiyorum. Ofiste ceketimi ortak askıya asıyorum. Ofistekilerden birinindir mutlaka.”

Bir şeyin değerini ölçerken;

-“Yüzüğümdeki taşın gerçek olduğunu söylemişlerdi. Bir bakabilir misiniz?”

-”Hanımefendi. Maalesef ki bunlar gerçeğe yakın kalitede imal edilen taşlar. Ancak ışığı gerçeği kadar yansıtmayacaktır ve satmak isterseniz de pek para etmeyecektir bilginiz olsun.”

-”Gerçekten mi? Nasıl olur yaa!”

Duyduğunun değişmesini umarken;

-“Mehmet amca mı ölmüş? Gerçekten mi? Daha öğlen bakkalın önünde gördüm, oturuyordu.”

Veya bir haberin doğruluğunu anlarken;

-”Duydun mu teyze! Ekrem amcalar evlerini satmışlar.”

-“Neden peki?”

-“Bu sene yazlık almışlar bahçesi de varmış. Yapay olmayan, gerçek gübre ve tohum kullanarak sebze meyve ekeceklermiş. Hayatlarını orada geçirmek istiyorlarmış. ”

İnsanlar her zaman olayın, işin gerçeğini duymak, bilmek ister. Kaynağını öğrenme çabası vardır. Neredeyse her gün bir kez de olsa “Gerçekten mii!” sorusunu sorar. Eksik olduğunu hissettiği, bir türlü tamamlanamadığı bir puzzle parçasını arar gibi tekrar tekrar sorar “Gerçekten mi!?”

Neydi bizi bu kadar gerçeğin peşinde koşturan? 

Sanki, konu gerçekse hayat akıp gidecekmiş, eğer yalan ise duracak ve akmayacakmış gibi. 

Yediği bir yemek eğer gerçeğine yakınsa kişiye şifa verir. Hormonsuz yetişmiş meyve sebze şifa kaynağıdır. Fakat gerçeğinden uzaklaştığında, doğal halinden farklılaşmış ilaçlı meyve sebzeler ise hastalık kaynağı olur.

Deniz kenarında veya bir yeşil alanda oturduğunda seyrettiği manzara insana iyi gelir, sakinleştirir, huzur verir. En lüks alışveriş merkezine gezmeye gitse aynı rahatlamayı yaşayamaz. Çünkü doğanın kendisi gerçektir, insan orada huzur bulur.

Soluduğu havada bile gerçekliğe ihtiyacı vardır insanın. Bir ormandaki temiz hava zihni açar, canlılık verir. Bir köyde dağ evinde uyuduğunda, ertesi gün dinlenmiş bir şekilde erkenden uyanabilir insan. “Temiz bir uyku çekmişim” diye düşünür. 

Ve insanoğlunun aldığı nefesteki havanın gerçekliğine, içtiği suyun gerçekliğine nasıl ihtiyacı varsa, ilişkinin ve bilginin de gerçeğine ihtiyacı vardır.

Peki neden gerçeğe bu kadar ihtiyacı var?

Yaradılışı gereği insan gerçeğini arar, ona ulaşmak ister. Gerçek bilgi insan zihnini rahatlatır. “Tamam şimdi oldu, puzzle’ın parçaları birleşti.” dediği andır o. Gerçekten uzaklaşınca yolu şaşar insanın, eminliğini yitirir de eksik kalan puzzle parçası gibi yaşamı da hep eksik kalır. Aslında hayatta bir puzzle gibidir. 

O zaman insan bu hayatta  eksik mi kalmak ister? 

Yoksa gerçeğe sahip olmak mı?

 




Okumaya Devam Et