Sallanan koltuğunda bir öne bir arkaya hareket ederken bir yandan etrafını saran güzel odaya bakıyor, bir yandan da düşüncelere dalıp gidiyordu. Duvarda pembe mavi minik kalplerle bezeli duvar kağıdı. Pembe bulut şeklinde raf ve üzerinde fotoğraf çerçeveleri, atlı karıncadan müzik kutusu… Ve iki tane beyaz bebek karyolası… Mine uzun süredir beklediği o güzel günlere kavuşmuştu. Bin bir emekle uğraşıp dekore ettiği o güzel odanın içindeydi… Sanki bebekler kendilerine oda istermiş gibi. Minik bebeklerinden biri kucağındaydı. Hayalini kurduğu günler gelmişti. Ama o hayalini kurduğu gibi mutlu muydu? Pek sayılmaz!
Bebekleri ile hastaneden çıkıp eve geldikleri andan itibaren anne olmanın zorlukları ile yüz yüze gelmişti. Keşke birileri bu zorluklardan ona bahsetseydi. Herkes en güzel yönlerini anlatmıştı. Geceleri bebekler uyanacağı için kalkacağını biliyordu ama, uykusuz kalmanın onu bu kadar yorabileceğini hiç tahmin etmemişti. “Karınları aç mı, acaba yeterince emebildiler mi? Acaba mama mı vermeliyim?” Konuşamıyorlar, dertlerini anlatamıyorlar diye evham yapacağı hiç aklına gelmezdi. Doğum sonrası depresyon diye bir şey duymuştu ama, “Ne olacak canım abartıyorlar! Hem ben anne olmayı çok istiyorum depresyona falan girmem!” diye düşünmüştü. Ama ilk haftalardaki o sürekli duygusallaşıp en ufak şeyde gözleri dolup ağladığı zamanlarda, yaşayarak görmüştü. “Ben adeta pembe bulutlar içinde bir hayal kurmuşum.” diye düşündü…
Gözleri kapıya daldı. Kapıda hastane odası için yaptırdığı o güzel el emeği keçe kapı süsü, prensli ve prensesli. Aynı prens ve prenses figürlerinin küçük boyutlarından hastaneye ziyarete gelenlere hediye etmek için de yaptırmıştı. Detay detay bunları düşünmüştü. Hastane ziyaretine gelenlere sarmalar, börekler, çikolatalar. Bebeklerini ilk kucağına aldığı anları hep hatırlamak için hastaneye gelen doğum fotoğrafçısı… Ve tabii ki o fotoğraflarda güzel çıkabilmek için hastanede saçlarına fön çektirmesi. Evlerine geldiklerinde bebeklerinin o mini mini hallerini unutmamak için çektirdiği yeni doğan fotoğrafları. Bebeklerin sepetin içinde fotoğrafları, sandığın içinde uyurken fotoğrafları. Ne kadar da abartmıştı, ne kadar da kendini yormuştu. Şu an bunlar çok komik gelmeye başlamıştı.
Yakın geçmişe bakıp tüm bunları düşündüğünde kendine şaşırdı Mine. “Kendime sahte bir dünya oluşturmuşum. Gerçeklikten uzak… Anneliğe gerçek bir hazırlık böyle mi olmalıydı?” Sanki ayakları şu an yere basıyordu. Gerçeklerle yeni yeni yüzleşiyordu… Bebeği kucağında uykuya daldı. Onları bu halleriyle saatlerce seyredebilirdi ama kendisinin de uyuması gerekiyordu. “Balkona çıkıp bir hava alayım, yoksa sanırım düşüncelerden uyuyamayacağım.” diyerek dışarı çıktı, hava mis gibi tertemizdi. Gördüğü manzara adeta onu tazeleyecek güzellikteydi. Gökyüzüne asılı, pırıl pırıl, bembeyaz, kocaman bir dolunay ve onun etrafına serpiştirilmiş pamuk gibi minik bulutlarla bezeli lacivert gökyüzü. Ne kadar da muhteşemdi… Yükselen çirkin binaların üzerinde tezat oluşturabilecek kadar güzel. Henüz şafak vaktine bir süre daha vardı. Birkaç saat sonra ufukta ince bir aydınlık belirecek, sonra gökyüzü bin bir güzel renge boyanacaktı…
Doğadaki görüntülerin insana bu kadar iyi gelmesinin bir anlamı olabilir miydi? Gökyüzüne bakmak, bulutların oluşturduğu muhteşem desenlere odaklanmak… Bir ağaca bakmak, yapraklarının hışırtısını dinlemek… Denize bakmak, dalgaların sesini duymak, mis gibi deniz havasını içine çekmek… Öğleden sonra güneşin kocaman denizin üzerinde oluşturduğu turuncu pırıltılara bakmak… Neden çok iyi geliyordu insana? Çünkü gerçekti. Üzerinde yaşadığımız dünyanın gerçeği buydu. O gerçeğin üzerinde bir de insanoğlunun yaptığı yapılar vardı. Koca koca beton binalar, şehirler, bir ağaca bile yer verilmeyen sokaklar. Spor salonunda yürümekle deniz kenarında veya bir ormanda yürümek aynı şey değildi. İnsanoğlu gölge için şemsiye yapıyordu ama hiçbir şemsiyenin gölgesi ağaç gölgesi gibi serin olmuyordu. “Gerçek ve temiz bir hava insana şifa veriyor.” diye düşündü Mine.
Gerçek bir kaynak suyu insana şifa veriyor… Ama gerçekliğinden uzaklaştığında, içine kirli, yabancı maddeler karıştığında insanın hastalık kaynağı oluyor. Meyve ve sebzeler hormonlu değilse tarım ilaçlarıyla zehirlenmediyse şifa veriyor. Demek ki gerçeğine ne kadar yakınsa insana o kadar şifa veriyor, vücudun ihtiyacını karşılıyor. Fakat insanoğlu onu zehirlediyse, şifa bir yana, hastalanma nedeni oluyor. Gerçeğinden uzak olan her besin bize zarar veriyor.

Zihin de öyle… Onun da gerçeğe ihtiyacı var. Gerçek bilgiye ihtiyacı var. Sahte olan bilgi insana fayda vermiyor. Bir anne babanın çocuğunu yetiştirmek için gerçek bilgiye ihtiyacı var. Bir doktorun şifa verebilmesi için gerçek tedavi yöntemini bilmeye ihtiyacı var. İnsanın hayatındaki süreçlerinde de gerçek ihtiyacına odaklanmaya ihtiyacı var. Yoksa istekleri onu bir yaprak gibi savurup gerçek dünyadan uzaklaştırıyor. Tıpkı Mine’de olduğu gibi. Gerçek insanın ihtiyacı. İnsan gerçekliği hayatına ne kadar alırsa, o kadar fayda görüyor ve kendisini gerçekten uzaklaştıran oyalayıcılardan etkilenmiyor.
İçeriden bir ses duydu Mine… Bebek ağlıyordu. O düşüncelere dalmışken diğer bebeğin uyanma vakti gelmişti bile. Dün olsa kendine çok kızardı. ”Boş boş oturdun uyuman gereken vakitte, aferin sana!” derdi ama kızmadı. Çünkü uykusundan olsa da bu güzel seher vaktinde gerçeğine kavuşmuştu…