31 Ağustos 2024 Cumartesi

HÜZÜNLÜ TEBESSÜM

İnsan ağlarken güler mi?” diye geçirdi içinden Ceren. Yaşlı gözlerini silerken aynadaki tebessümüne bakıp hayret ediyordu. Son zamanlarda başından geçen olaylar onu iyice bunaltmıştı. İçinde tutamadığı hüznü gözyaşlarıyla akmaya başlamıştı. İş yerinde uğradığı haksızlık, arkadaşlarıyla yaşadığı anlamsız tartışmalar, erkek arkadaşından ayrılışı… Hepsi çok üst üste gelmişti. Dertliydi ama kime ne anlatacaktı? Sanki dünyadaki en yalnız insandı. Böyle hissettikçe kabuğuna çekiliyor, hiçbir şey yapmak istemiyor ve daha çok üzülüyordu.

Ceren bu duygusal atmosferden çıkmak için eline kumandayı aldı. Hangi kanalı açsa akşam haberleri bülteni geçiyordu. En son ne zaman haber izlediğini düşündü. O kadar kendiyle, dertleriyle meşguldü ki, dünyada olup bitenlere yabancı kalmıştı. Kendini mutlu etmek için güzel bir yemek yemişti. Ama yine de mutlu değildi. Şimdi de en sevdiği tatlıyı sipariş vermiş, dizisi başladığında abur cubur eşliğinde onu yiyecekti. Daha bir saat vardı, o zamana kadar haberlere göz atmaya karar verdi.

Haberler Gazze’den bahsediyordu, kendi öz vatanında topraksız kalmış insanlardan. Evleri yıkılıyor, toprakları çalınıyor, çocukları öldürülüyordu ve bunlar sadece haberlere yansıyan kısmıydı. Belli ki, görünenin arkasında görünmeyen daha çok şey vardı. Bunları izlerken geçmişe dönmüş, çocukluk arkadaşı Selin’i hatırlamıştı. Selin’in babası gönüllü hekimlik yapar, zaman zaman başka ülkelere gider ve orada ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmaya çalışırdı. Ahmet amca sık sık Filistin ülkesinden ve Gazze şehrinden bahsederdi. Çocukken dinlediklerini anımsadı. Sosyal medyada gördüğü boykot çağrılarının ne demek olduğunu şimdi anlıyordu. Küçücük bir alana sıkıştırılmış, üzerlerine bomba yağdırılan milyonlarca insan açlıkla mücadele ediyordu.

Yalnız kalan, daha doğrusu yalnız bırakılan kimdi?

Nasıl bir dünyaydı bu?

Neden kimse engel olmuyordu?

Ceren insanlık dramına kayıtsız kalmak istemiyordu. Kendi yapabileceklerini düşündü. O sırada zil çalmıştı ve en sevdiği tatlısı kapısındaydı. Paketi alırken içten içe utandı ama bir yandan da iyi hissetmeye başlamıştı. Çünkü yapabileceği bir şeyler vardı. 

 

Ceren tek olabilirdi ama yalnız olmadığından emindi artık. Başkasının acısını hissediyor, başkasının derdiyle dertleniyordu. Uzun zamandır hissetmediği bir aksiyon duygusunun verdiği lezzet Ceren’e iyi gelmişti. Sessiz kalmayacaktı. Yapabileceklerinden başlayarak insan olma erdemini gösterecekti.
Aynaya döndü, gözleri yaşlıydı. Ama bu yaşlar kendi derdinden büyük derdi olanlar için akıyordu. Gözyaşlarını silerken şükrediyor, şükreden kalbinin huzuru yüzüne hüzünlü bir tebessüm katıyordu… 

 

 



Okumaya Devam Et

29 Ağustos 2024 Perşembe

GERÇEK NE DEMEK?

“Aaa, nasıl? Gerçek kişiden kişiye göre değişmez mi hiç? Sana göre Ayşe haklı olabilir, bana göre Ali haklı. Bakış açısı canım… Değişmeyen şey varmış, öyle mi?" dedi Nergis; “Gerçeğin sencesi bencesi yoktur. Kişiden kişiye göre değişmez.’’ diyen arkadaşına.

Nergis arkadaşı Aslı ile sohbet etmeyi, dertleşmeyi çok severdi. Yaşadığı bir kaç tane problemde arkadaşının ona söylediklerini dinlediğinde o problemleri çözebildiğini fark etmişti. "Aslı sen anlattıklarıma mantıklı yorumlar yapıyorsun, yol gösteriyorsun bana. Hakikaten de senin dediğin gibi oluyor.’’ derdi. Şimdi söylediğini ise bir türlü anlayamamıştı. Aslı, Nergis’in kafasındakini netleştirmesi için biraz daha anlatmaya devam etti;

“Yorum değil, gerçekler bunlar ve gerçekler insana göre veya zamana göre değişmez. Zamana göre araçlar değişir sadece. İnsanın kafasını karıştıran da bu araçların değişmesi. Eskiden bir çocuğun misketinin, topunun fazla olması onu doyumsuz yapıyordu. Şimdi ise tabletiyle bilgisayarıyla çok vakit geçirmesi. Ya da daha da eskiden başka bir aracın fazlalığı onu doyumsuzlaştırıyordu. Bu çocukta olduğu gibi yetişkinde de böyle. Çünkü gerçekler tüm kişiler için geçerli.

Öyle olmadığını düşünsene... Şu hayata gelmiş, milyarlarca insan var her insanın yorumu kendine göre doğruysa, gerçek her insana göre değişse o zaman nice olurdu insanın hali? Hiçbir konuda, hiçbir kanıya varamazdı insan. Ne doğru ne yanlış kalırdı. Öyle ya o adam için karısını aldatmak mantıklı, karısı için ise aldatılmak çok kötü.

Ne olacak şimdi?

Neye göre değerlendireceğiz haklıyı,haksızı?

Nasıl ki bir yemek yapmakta, bir elbise dikmekte, bir resimde ölçü var; hayattaki tüm konularda da böyle. Bu ölçüyü veren de gerçekler. Bir ölçü koyar insana ve insan da buna göre hareket eder. Bu sayede insan kendisine zarar vereni fark eder, fayda vereni görür. Bu ölçüye göre neye yaklaşması, nelerden uzaklaşması gerektiğini fark eder. Yoksa insan yorum yapar, bu yorum denizinde boğulur gider. Gerçekler insana kıyı nerede, onu gösterir. Kıyıdan ne kadar uzaklıkta, ona göre açılabilir, boğulup gitmeden yaşayabilir.

Her şeyin bir gerçeği var,

Ve insan, nerede üstün ise orada onu üstün yapan şey; o gerçek.






 

Okumaya Devam Et

27 Ağustos 2024 Salı

İYİ OLMAK YETMEZ

Ayşe’nin mutlu, huzurlu bir yuvası vardı. Üç çocuğu ve eşiyle rutin bir hayat yaşıyordu ve bu hayattan memnundu. Yine sıradan bir akşamüstü yemeklerini yediler, ailecek sohbet ettiler ve dinlenmeye çekildiler. Her şey yolunda gidiyordu. Küçük bir dünya kurmuşlar ve bu dünyada üzerlerine düşen görevi hakkıyla yerine getirebilmek için gereken özenle yaşamaya çalışıyorlardı. Ancak o gece tüm rutinlerinin değişeceğini bilmeden uykuya daldılar. Sonrası şiddetli bir sarsıntı... 

Gece çok soğuktu. Sanki yeryüzünü bir insanmışçasına birisi tutup omuzlarından sallıyordu. Akla gelen tutunulacak, sığınılacak tek varlık yaratıcı idi. Bu güçte bir sarsıntı insanın aklını başından alabilirdi. O bir dakika, sanki saatler gibi geldi. Eşine ve çocuklarına seslendi. Her yerden bir sürü çığlık yükseliyordu, anlayamıyordu. Tekrar ve tekrar seslendi. Ölmüş olmalarını ve hatta ihtimalini bile kabul etmek istemiyordu. Enkaz altından kurtarılmayı beklerken, gücü yettiğince ses çıkarmaya ve aklını kaybetmemeye çalıştı. Ailesine sağ salim ulaşmak için sürekli dua ediyordu ve kurtarıldı.

“Bir”in ne kadar da büyük bir sayı olduğunu hayatında ilk kez idrak etmişti. “Bir” bu kadar büyük anlam ifade ederken Ayşe, üç can, üç yol arkadaşı kaybetmişti. İki evladı, can parçaları ve ALLAH’ın ona eş olarak verdiği can yoldaşı da gitmişti. Nasıl dayanacaktı bu acılara? Tek başına kalsa depresyona girer, günlerce yemez, içmez, uyumasa da fark etmez, üşüse de aldırmazdı. Ama şimdi yanı başında duran, yedi yaşındaki Salih’e nasıl hayat enerjisi verecekti? Kendini çok yorgun hissediyor, başa çıkmaya çalışıyor ama zorlanıyordu.

Küçük dünyası daha da küçülmüştü. Bir çadırı, bir yavrusu bir de kendisi vardı. Eski zamanlarını düşündü, başkasına imrenmeden, verilene razı olduğu küçük dünyasında şükrettiği günleri... Tutunacak bir dala ihtiyacı vardı hem kendisi için hem de masum ve çaresiz bakan evladı için. O gün ayağa kalktı. Çadırın içini temizledi. Yardımlarla gelen eşyaları düzenledi. Biraz da olsa güzelleştirmeye çalıştı. Oturttu Salih’i yanına, onunla sohbet etti. Gidenlerin aslında yok olmadığından, hayatın geçici olduğundan ancak sonunda yok oluş olmadığından bahsetti. "İnsanlar iyi ve ahlaklı bir hayat yaşarsa, ALLAH onları çok daha güzel olan cennete gönderir Salih. Böyle zor zamanlarda ALLAH’tan ümit kesilmez ve insanın hep çaba göstermesi gerekir..." Bunları anlatıyordu ama anlatarak olmazdı. Yaşantısıyla da örnek olmalıydı.

Belki dünyaları daha da küçüldüğünden, belki de artık yardımlara ihtiyaç duyduğundan Ayşe insanları daha çok gözlemliyordu. Bazı şeyleri yeni fark ettiğine şaşırdı. İhtiyacı olanlara bağış yapma, verme stilleri bile çok farklıydı insanların. Yardım ederken sadece vicdanı rahatlasın diye verenler vardı. Evlerindeki zaten kurtulmak istediği eşyalardan yardım adı altında kurtulmaya çalışanlar... Ya da sanki onlar yardım etmese, muhtaç olan insanların yok olacağını zannedenler... Kendi gibi mağdur olanlar arasında sürekli şikayet edenler... Ya da hemen bu hayattan kaçıp yeni bir hayat kurmaya çalışanlar... Tüm bunlara rağmen hala şükredenler ve yaşam sevinci ile dolu olanlar...

“Belki ben de iyi bir stille yardım edememiştim eskiden. Belki yardım ettiğimi zannederken incitmiştim insanları. Ya da hiç yanlışı düzelten olmaya çalışmamıştım. Ailemin dışında hiç kimseyi yetiştirme amacı taşımamıştım. Ne acı, insan hep insana muhtaç... Ve o tanımadıklarımın hayatı beni de ilgilendiriyor aslında...” diye düşündü Ayşe... Bu fark edişle dünyası yepyeni bir hale bürünecekti, bu fark ediş gideceği yolu da yönü de değiştirecekti.

Bu şehir darmadağın olmadan önce, erdemli, ahlaklı, kimseye zararı olmayan, ailesine, işine ve etrafındakilere karşı sorumluluklarını yerine getiren biri olmak yeter diye inanırdı. Ama şimdi kendisine şunu soruyordu: “Tüm bu ahlaklı insanlar kendi küçük dünyalarından çıkmazsa, dışarda var olan kaosa el uzatmazlarsa, savaş ve zulüm olan şehirleri sessizce izlerlerse, kendilerini dış dünyaya kapatırlarsa toplumun bozulmasında bir payları olmaz mıydı?” Ve düşüncelerine ekledi; "Sadece iyi olmak yetmez, iyiliği yaymakta gerekir."

Bir akvaryum içinde yaşayan balıklar gibiydik aslında, o yüzden başka bir ülkede çıkan bulaşıcı bir hastalıktan korkuyorduk bize de ulaşır diye. Bu yüzden tedbirler alıyorduk. İnsanların yozlaşmasından, ahlaki bozulmalardan, terörden, terörü destekleyenlerden neden korkmuyorduk? Bunlara karşı neden tedbir almıyorduk? Evimizin kapılarını kapatsak da bahçemize duvarlar örsek de nasıl ki gözümle bile göremediğim o mikrop evimi, ailemi buluyorsa, bu ahlaki bozulmalar, bu terör bizi bulmayacak mıydı? O zaman bu hayatta aslında kendi halinde yol almak diye bir şey yoktu. Ya iyiyi yaymaya çalışan olacaktı ya da kötünün yayılmasına engel olmayarak kötülüğe destek olan... 

Şimdi bu gerçekleri fark etmişken susarsa hep iyiler ve masumlar zarar görecekti. Zaten hayat çok kısaydı. Bunu evinin başına yıkılmasıyla öğrenmişti. O zaman bu dünyada iyiden yana ses çıkarmayı, bir şeyleri gücü yettiğince düzeltmeyi istiyordu Ayşe.

Salih’e baktı, soğuk bir çadırda uykuya dalmıştı. Ama annesi bambaşka bir motivasyonla yeni bir hayata uyanacaktı.





Okumaya Devam Et

24 Ağustos 2024 Cumartesi

BEDEL VE DEĞER

Bu aralar farklıydı hayat onun için. Eskiden annesi ve babasıyla kurduğu düzenli hayata yeni bir misafir gelmişti. Aslında ne kadar da çok istiyordu kardeşi olmasını. Ama Ömer doğduğundan beri Ayşegül kendini bu ailede fazlalık gibi hissetmeye başlamıştı.

Annesi Sevgi hanım evin tüm dağınıklığının sebebini Ayşegül’den sayıyordu. Ayşegül’ün yaptığı en ufak hata bile kocaman bir meseleye dönüşüyordu. Annesi “Zaten uyumuyorum bir de sen ödevlerini yapmıyorsun. Öğretmenin sürekli senin yaramazlıklarından şikayetçi. diye Ayşegül’ün günlük azarını hiç eksik etmiyordu. Ayşegül sekiz yaşında olmanın büyük bir yük olduğunu ve hayatın iyice yaşanılamaz olduğunu düşünmeye başlamıştı. Annesi sadece kardeşini seviyor ve babasına ve eve karşı sorumluluklarını yerine getiriyordu. Ayşegül kendi işini kendi halledebilecek yaşa gelmiş ve artık problem çıkarmaması gerekiyordu. Artık her sinirlenmenin ses tonu, miktarı ve hakaretler de arttıkça Ayşegül üstünde de iyice etkisini kaybetmeye başlamıştı.  

Bir gün komşuları Zeynep hanım geldi. Ayşegül’ün annesi Zeynep’e her zamanki gibi kahvesini ve yanına çikolatasını koyarak ikramladı. Sohbet esnasında Ayşegül odasında bazı kağıtları çıkarıp makasla kesti, onları yapıştırdı. Kendince oyalanıyordu ama bu sırada fark etmeden yapıştırıcıyı halıya döktü. Annesine gelip utanarak bunu söyledi. Ve Sevgi hanım kendini misafirinin yanında da tutamadı ve kızına sinirlendi. Komşusu, Sevgi’nin sakinleşmesini bekledi. Ayşegül suçlu suçlu odasına çekildi ve iki komşu baş başa kaldılar. 

-“Hayırdır arkadaşım sen Ayşegül’e karşı bu kadar sert değildin, tatlı tatlı söyler çocuğunu güzelce yetiştirmeye çalışırdın? Senin tahammülünü azaltan nedir?”

-“Arkadaşım gün boyu evde koşturuyorum. Ömer desen hiç uyumuyor ve yetişemiyorum gerçekten ben de şaşkınım bu süreci yönetemiyorum. Aslında sinirlendikten sonra kendime de çok kızıyorum. Ama her gün başka bir eziyetle geliyor Ayşegül…” 

-“Bütün bu sıkıntılarının acısını kızından çıkartmak zorunda değilsin. Ne mutlu ki size ikinci bir çocuk nasip etti ALLAH. Ama bunun Ayşegül'e olan olumsuz sonuçlarını en aza indirebilecek bir yolu var.  Yoksa şimdiden hem seninle hem de kardeşiyle ilişkilerini bozmuş olursun. 

Bedel hayatın şifasıdır. Sen bedelini Ayşegül’den çekersen ona karşı sevgin azalır. Ve Ayşegül’ün de kardeşine bedeli olmazsa o da kardeşine değer vermesi zorlaşır. Çünkü insan bedel ödediği şeye değer verir. O nedenle tabii ki işine karışmak istemem ama Ayşegülün kardeşiyle ilgili yapabileceği işler vardır. Bunları ona verebilirsin, hem senin iş yükünün azalır hem Ayşegül kardeşine değer vermeye başlar, bedel ödediği için mutlu olur. Hem de ailesine fayda sağladığı için,  verdiği zararlar da azalmaya başlar...”

Sevgi'nin de hayatında olduğu gibi, insan çoğu zaman ilişkilerini kaliteli hale getirmekte güçlük çeker. Hayattaki baskılarda zorlanabilir. Böyle zamanlarda insanın gerçekleri duymaya ihtiyacı olur. Ve gerçekler insana iyi gelir. İlişkilerde ki dengeyi sağlayan en kıymetli gerçeklerden biri de insanın doğru yere doğru bedelleri ödeyebilmesidir. Hayatın kurallarına göre davranışlar sergilediğinde insanın yorgunluğu azalır, konu her ne olursa olsun dününe göre daha başarılı ve daha mutlu hissettiği anlara sahip olur. 






Okumaya Devam Et

22 Ağustos 2024 Perşembe

BİR KÜÇÜK HAYAT MESELESİ - VI


Merhaba sevgili günlük, 

Fark ettim de sana yazdığımdan bu yana hayat bana daha farklı görünüyor. Daha doğrusu hayat hep aynıydı. Ben artık farklı görüyorum. Daha gerçek, daha belirgin görüyorum hayatı. Daha derinden, daha detayda… Önceden çoğu şey daha bulanık görünüyormuş meğer. Sanki gözlerim bozukmuş da insanları net göremiyormuşum ve bu yüzden problem yaşıyormuşum. Binmek istediğim otobüse binemiyorum, bulanık gördüğüm için varmak istediğim yere varamıyormuşum, insanları yakınıma gelmeden uzaktan göremiyormuşum gibi… Problemlerim artınca doktora gitmişim de o da bana gözlük vermiş ve görünce tüm problemlerimin kaynaklarını daha net gördüm, insanları daha net tanıdım gibi. Evet evet tam olarak böyle. Sanki önceden az görüyordum da şimdi gözlük taktım… 

Peki nasıl mı oldu?

Gel sana bunu en baştan anlatayım…

Babamla uzun zamandır yaşadığım bir sorun vardı.Hem de ne uzun zamandır. Ne yaparsam yapayım sorun bitmiyordu.Hep aynı senaryoları babamla yaşayıp duruyordum. O da bitmiyormuş gibi babamla yaşadıklarımın benzerlerini başkalarıyla da yaşıyordum. Arkadaşlarımla,öğretmenlerimle,kuzenlerimle…Hep benzer senaryolar yaşıyorum. Dejavu yaşamak gibi. “Aaa ben bunu daha önce yaşamıştım” diyorum. En ilginci hep aynı konuda yaşıyorum. 

Babam bana hep söz verirdi ve sonrasında unuturdu. 

“Seni yarın en sevdiğin kafeye götüreceğim kızım.” derdi ama yarın olduğunda meğerse arkadaşına sözü varmış. Aynı anda birçok kişiye söz verir ve verdiği sözü unutur benim babam. Böyle yaptığında beni sevmiyor zannederdim. Bir yere gitsek de gitmemizle kalkmamız bir olurdu. Bir yerde uzun süre kalamazdı. Bunu bir tek bana yapar zannederdim ama herkese öyleymiş meğerse. Ben de bir yere gidince orada uzun uzun kalmayı, yavaş yavaş yürüyüş yapmayı severim. Aniden pikniğe götürürdü bazen de. Annem başta olmak üzere babamın aniden yaptığı planlar bizi çok rahatsız ederdi. "Bizim başka planlarımız da olabiliyor. İnsan bir önceden haber verir değil mi? Bu adam niye böyle.” diye dert yakınırdık annemle…

Gel gör ki liseyi başka şehirde okuduğum için yurtta kaldım. Ve yurttaki en yakın arkadaşım babamdan daha çok aceleci, hayatı babamdan daha hızlı yaşıyor… Onunla plan yapıldığında bir anda planı değiştirir ve hiç tanımadığım birini dahil eder. Bizim planımız zaten belli, aniden değişiklik yapmak benim için çok zor çünkü ben kendimi önceki plana göre hazırlamıştım. Aniden değişiklik olduğunda zihnim yoruluyor benim, ufak çaplı bir şok yaşıyorum… Beni çok bekletir, sınava çalıştırmak için söz verir ama bir bakmışım kafede arkadaşı ile takılıyor:( Arkadaşım Beren'le bunları yaşadıkça adeta babamla yaşadığım zamanlar geliyordu. Aynı hisleri yaşıyordum resmen. Sevilmediğimi hissettiğim, değersiz hissettiğim zamanlar… 

"Bu insanlar hep aynı.

Bu insanların benimle ne dertleri var? 

Beni hep aynısı bulur zaten. 

Ben de bana değer vermeyeni uzaklaştırırım hayatımdan." gibi ardı sırası gelmeyen cümleleri söylerdim…

Sömestr tatilinde teyzemle konuştum ve sürekli başa saran problemimden bahsettim. Teyzem;

 “Sen şuan bir problem yaşıyorsun. Peki baban ve arkadaşın sana kötü davranıyor mu?”

“Hayır. Babam benim okumam için elinden geleni yaptı. Ne zaman bir sorun yaşasam hemen çözerdi. Babam çok iyi bir iş bitiricidir. Çağırdığım zaman hemen koşar gelir yanıma. Arkadaşım Beren de öyle. Hiçbir zaman beni yalnız bırakmadı. Derslere ne zaman geç kalsam notlarını benimle paylaşırdı.”

“O zaman babanın çok hızlı olmasından dolayı bir mekanda çok durmamanız babanın sana değer vermemesinden değil. Bu onun yapısından. Baban hayatı bu şekilde yaşıyor. Bir kere baban tamir işleri bildiği için musluk tamir etmesini istedim ama unuttu. Unutkan biri baban. Aynı zamanda verdiği sözü sadece sana verdiğinde değil bize verdiğinde de unutuyor. Eğer bir insanın davranışı herkese aynıysa o zaman bu onun yapısı ile ilgili. Ama kimseye yapmazken sana yapıyorsa o zaman orada düşündüğün durum olabilir.”

“Peki arkadaşımın aynı babam gibi davranma sebebi neden? 

Neden babamın aynısı benim hayatımda şu an?”



“Çünkü canım, hayat senin daha iyi olmanı, davranışların daha güzel olmasını ister. Sen programlı bir kızsın ama o programa tam uyulsun istersin. Hiç değişiklik olmasın dersin. Arkadaşın ve baban da değişiklikleri, yenilikleri sever. Unutkan olma sebepleri de bundan zaten. Ama hayatta her şey tek düze değil, inişli çıkışlı. Tedbir alsak da her an her şey olabilir. Planına ters bir şey olduğunda hemen değişikliğe uyum sağlamayı öğrenmen lazım, ama senin yapın buna uygun değil. E dolayısıyla buna uygun kim var?”

O sırada her şey yerine oturdu. Meğer babam bana çok şey öğretiyormuş. Ve ben olayı çok farklı görmüşüm. Dolayısıyla öğrenememişim ve öğrenemediğim için arkadaşımla da sorun yaşadım. Ve yaşadıklarım bana çok karışık göründü. E çözümü de bulamıyordum.

Ve teyzem ekledi, Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; Problemini her çözemediğinde büyüyerek artı bir gelir.  Ve bu problemler büyüdükçe insan çözüme ulaşmakta daha da zorlanır.

İşte tam bu cümleyi duyduğumda o bulanık gördüğüm hayat, gözlükleri takmışım gibi net oldu. Hayatta yaşadığım hiçbir problem boşuna değil. 

Problem yaşadığımda önce bir duruyorum, kendime soruyorum.

Bu problem ne?

Bu problemi neden yaşıyorum?

Peki nasıl çözebilirim?

Bununla birlikte artık insanları şikayet etmeyi bırakıp, problemi çözüp yoluma devam ediyorum. Hayat yolculuğum bana çok şey katıyor sevgili günlük. Bu hayat yolculuğunda problemler sürekli konuşulduğunda insana bir şey katmaz. Ama çözdüğümüzde bizi marifetlendirir. Çözüm makinasına dönüşürüz.


Peki bu günlüğü okuyan güzel okuyucu sen ne problemler yaşadın ve nasıl çözdün? 😊 





Okumaya Devam Et

20 Ağustos 2024 Salı

YİNE Mİ BEN?

Ayla iyi bir üniversiteden başarı ile mezun olmuştu. İş yerinde güler yüzlü ve yumuşak yapısı ile arkadaşları tarafından sevilirdi. İyilik yapmayı pek sever, arkadaşlarına pek çok konuda yardımcı olurdu. Müdürü Ayla’nın iş bitiren yapısını fark edip, ona görevi dışında da işler vermeye başlamıştı. Ayla karşı çıkmaz ve kendisine verilen işleri yapardı, ancak görevi olmadığı halde yaptığı işler zamanla görevi haline gelmeye başladı. Kendi işi dışında yapması beklenenler karşısında bunalmıştı. Arkadaşlarına sürekli yardımcı olmaktan da yorulmuştu. Zamanla işleri yetiştirememeye, geciktirmeye başladı. Müdürü ile bu yüzden sürekli sorun yaşıyordu. Bu yaşananlar karşısında işten ayrılmaya karar verdi.

Bir süre sonra yeni bir işe girdi. Ancak kısa süre sonra burada da benzer problemler yaşamaya başladı. “Yine mi ben ya! Hep mi beni bulur bu müdürler! Kimse benim yardıma ihtiyacım olup olmadığını sormuyor, yoruldum artık!” diye kendi kendine söylenip duruyordu. Yaşadıkları karşısında çok üzgündü, ne yapacağını bilemiyordu. İnsanları kırmamaya, herkesle iyi geçinmeye çalışır; elinden geldiğince fedakârlık yapardı. Çoğu zaman haklı da olsa alttan alıp uyumlu davranırdı. Fakat arkadaşları aynı özeni ona göstermiyordu. Rahatlıkla Ayla’nın yaptığı işi eleştirebiliyorlardı. Bu onu çok üzüyor olsa da elinden bir şey gelmiyor, ne yapacağını bilemiyordu. Acaba yine işi bırakıp yeni bir iş mi arasaydı? Ama daha önce iş değiştirdiğinde gördü ki yeni bir işe girmek de çözüm olmamıştı, aynı şeyleri yaşayıp duruyordu. Ayla ne yapacağını bilmez bir halde düşünürken, aynı problemleri yaşayıp durması kafasına takıldı. 

"Acaba nerde yanlış yapıyorum?" diye düşündü. O, hep birilerine yardımcı olur; alttan alır, fedakârlık yapardı. Ayla geçmişte yaşadıklarını derin derin düşünüyor, gelecekle ilgili farklı sonuçlar yaşayabilmek için ne yapması gerektiğiyle ilgili sorular soruyordu kendine... Mutlu olabilmesinin ve başarılı olabilmesinin bir yolu olmalıydı. "Ve bu mutluluk sürekli olmalı! Belki de böyle yapmamalıyım, davranışlarımı değiştirmeliyim!" dedi kendi kendine… Düşünürken fark ettiği detaylardan biri başkalarının ona hak ettiği gibi davranmasını istemesiydi. Ama zaten herkes ona ödediği bedelin karşılığınca, hak ettiği gibi davranıyordu.  

İş yerini değil; kendisini, davranışlarını değiştirmesi gerektiğini fark etmesi zaman aldı. Bugüne kadar aynı şeyleri yapıp aynı sonuçları aldığını fark ederek, probleminin gerçeğini görmeye başlamıştı. Şimdiye kadar hiç böyle düşünmemişti, ama bunu düşünmek ona iyi geldi. Ayla tekrar aynı cümleyi kurdu;

"Yine mi ben:)" Ama bu sefer hayatın ona sunduğu problemlerde doğru cevabı vererek ilerleyecekti.

Aslında bu hayatta insanın yaşadığı her problem, geliştirmek için gelir. İnsan, probleminin çözümü yanı başında olduğu halde onu göremediğinde, aynı şeyleri yaşar durur. 

Mesele problemin gerçeğini görebilmekte… 

Problemlerinin gerçeğini görebilenlerden olabilmek dileğiyle… 

 





Okumaya Devam Et

17 Ağustos 2024 Cumartesi

İKİ SEÇENEK

Doğru ve yanlış,

Beyaz ve siyah,

Barış ve savaş,

İyi ve kötü…

Sürekli olarak karşımıza seçeneklerin çıktığı bir yaşam… Dünya üzerinde insana iki seçenek verilmiş. Çabalarımızın bir yönü var, bizi birine yaklaştıran. Yaklaştığımızda olanlar ayrı, uzaklaştığımızda olanlar ayrı. Yani her hareketimizin bir sonucu var. Üstelik bir de düşünmediğimiz kısmı, diğer insanlara da etkisi var. Dünyada barışı isteyen insanlar olduğu gibi savaşı tercih eden insanlar da var. Şimdi bir toprak uğruna toplu katliama öncülük edenler gibi.

Peki yanlışı kim seçer? Gerçek, işine gelmeyenler! 

Mesela, bir durumdan çıkarı olanlar, vicdanını susturanlar… Çarpıtılması gereken bir gerçek var onlar için. Sadece kendilerinin reddetmesi yetmiyor, diğer insanların da kendileri gibi olmasını istiyorlar. Bunun için de hiç boş durmuyorlar. 

Evlilik, birleşmekken onu kötü gösteriyorlar mesela. 

Aslında erkek, kadının yükünü taşırken kadının estetik tarafını yok edip onu hamal ediyorlar. 

Kıymetli olan gizlenirken vücudunu açık ettiren bir düzen kurmak istiyorlar. Kurdular da… 

Müslümanı kaba, geri kafalı gösteren; Müslümanı terörist yapan bir düşünce düzeni kurdular ki topraklarını almak istediklerinde, insanları öldürdüklerinde tanık olanlar katile hak versin.

Ama düşünen insan zekidir. 

Zeki insansa fark eder oyunu. 

Tüm dünyadan gizlemeye çalıştıkları gerçekler tam da onu öldürürken yayıldı dünyaya.

Bir tuhaflık vardı olanlarda. 

Meşru müdafaa dedikleri olay bir soykırım, katliamdı aslında. 

Kimileri kördü ama kimileri de gördü. 

Hiç beklenmedik ülkelerde, en uzak sınırlardaki insanlar bile hak verdiler Müslüman olanlara.  

Merak ettiler, baktılar Müslümanın ne okuduğuna. 

Baktılar, onları bu kadar korkusuz yapanın ne olduğuna. 

Bir kitaptı onları ayakta tutan, dahası kitabı onlara yollayandı. 

Seçimi kötülük olandan, en ummadığı anda; en ummadığı şekilde oyunu alandı…  

Neyi seçeceksin şimdi sen? 

Hangi yoldan gideceksin, hangisi olacaksın? 


Her şey bittiğinde mazlumun yanında olduğun için razı olunup alkışlanan mı?

Zalim güçlü olduğu için onun yanında olup susan mı!?

Şimdi,

Gazze’de bir çocuğun gözüne yerleş; oradan dünyaya bak ve ver kararını, bir seçim daha yap,

Çünkü insan seçim yapar ve yaptığı seçimlerin sonuçlarını yaşar…





Okumaya Devam Et

15 Ağustos 2024 Perşembe

GERÇEKTEN Mİ?


“Gerçekten bunu yapmış olamazsın Mustafa! Bana nasıl yalan söylersin ya! Kaç yıllık karınım!” 

Bu sözlerinin arkasından hıçkırıklara boğulmuştu Nurcan. Ne olmuştu da bu adam, bu hale gelmişti? Başta her şey çok güzeldi. Onunla vakit geçirmeyi çok severdi Mustafa. Sadece biraz daha beraber uyumak için bazen işe geç kalır ve patronu arar, hanım hasta der, gitmezdi. Sonrasında kahveye arkadaşlarının yanına gitse de Nurcan için patronuna defalarca yalan söylemişti. Onu çok sevdiği belliydi, onlar iyi bir ekipti. Eltisi öyle miydi ya… Kocası kahveye gidiyor, kumar oynuyor diye eşiyle hep kavga ederdi.  

Mustafa abisi gibi değildi, kahveye kumar için değil, arkadaşlarıyla vakit geçirmek için giderdi. O kadar iyiydi ki arkadaşları ile arası, ihtiyaçları var diye onlara borç verirdi. Nereden mi biliyordu Nurcan? Altınlarını vermişti kaç kere. Kayınvalidesi, bileziklerini sorduğunda Mustafa ile ağız birliği yapmış ve “Aman anne, kolumda duracağına bankaya altın hesabına yatırdık. demişti. Eşi de, “Sağ elin verdiğini sol el duymasın annemlere söyleme canım.” derdi sürekli. Çünkü o kadar iyi biriydi ki yaptığı hayrı kimse bilmesin isterdi.

Ne oldu da iyi olan Mustafa, şimdi kötü oldu?

Eve icra memurları gelmişti. O ise ortada yoktu, kendisine ulaşılamıyordu. Alacaklılar kapıya geldiğinde “Borç verdiğim arkadaşlarım yüzünden.” demişti bir keresinde. “Kimse duymasın, ödeyecekler.” diye de sıkı sıkı tembihlemişti Nurcan’ı.

“Gerçekten mi? Bize bunu nasıl yaparsın Mustafa! Bunlar gerçek olamaz!” Tekrar ediyordu ağlayarak.

Aslında her şey o kadar göz önündeyken Mustafa gözünün içine baka baka ona defalarca yalan söylemişti. Söylemişti de Nurcan niye bu kadar inanmıştı!

“Bunlar gerçek olamaz!” diyerek ağlarken kime, neye ağlıyordu Nurcan?

Gerçek neydi?

Kime, niye kızacaktı?

Bir söylediği bir söylediğini tutmayan, çevresindeki herkesi kandıran, kendi menfaatleri doğrultusunda hareket etmiş yalancı bir adama mı?

Gerçeği bilmesine rağmen onunla yüzleşmek istemeyen kendine mi?

Zamana, mekâna, kişiye göre değişmeyen gerçek; bu kadar göz önündeyken, avaz avaz bağırırken, kendisini iliklerine kadar hissettirirken kime kızacaktı!

Peki neden insan gerçeğe bu kadar kör, sağır ve hissizdi?


Nurcan’ı teselliye gelen arkadaşı, yaşantılarını biliyordu. Okul yıllarından beri Nurcan’ın en yakın arkadaşıydı. Daha evlenmeden önce Mustafa’nın bir kaç konuyu geçiştirmesini fark etmiş, Nurcan’ı dikkatli olması için uyarmıştı. Ancak insan istekleri doğrultusunda duyguları aktifleştikçe gerçeği göremediği için; Nurcan’da önemsemediği bu gerçeğin yıllar sonra büyüyerek başına dert açacağının farkında olmamıştı.

Gerçek yıllar öncesinde gözünün ucunda olsa bile,  isteklerine göre davrandığı sürece, Nurcan gibi hıçkırıklara boğulmak herkes için kaçınılmaz bir sondu.  Oysa ki bu hayatta insana kazandıran şey, olaylar daha olmadan gerçeği görebilmekti. Sonunda değil, başında “Gerçekten mi?” sorusunu sorup irdeleyebilmekti.





Okumaya Devam Et

13 Ağustos 2024 Salı

KİM KİMDİR?

İnsan problemsiz bir hayat yaşamak ister. Ama hayat problem fabrikası gibidir. Sabah kalktığı andan itibaren cevaplanacak sorular verir.

Bugün ne giyeceğim?

Kahvaltı yapayım mı?

Kahve mi yoksa çay mı?

Bugün ne kadarlık satış yaparım?

Sınavda başarılı olur muyum?

Toplantı çok uzar mı?

Böyle devam eder ve bu soruları yanıtlamakla geçer insanın ömrü. Öyle sorular olur ki bazen, cevapları barışa yada savaşa götürür.

İnsan cevabında evet der; yeni bir işe ve iş yerinde hiç anlaşamadığı bir çalışan ile diyalog kurmaya... Bir evliliğe evet der mesela veya evliyken boşanmaya...

Bazen cevabıyla hayır der; alışkanlıklarından vazgeçmeye, yeni düzenlere, sınırları aşan meselelere, bir davete veya bir insana...

Yani hayat boyunca hep seçim yapar insanoğlu; evetle, hayırla... Hatta fark etmez demek bile bir seçimdir... Tabi bir de cevapların avantajları ve dezavantajlarıyla bu hayat şekillenir. Cevaplar, içinde yeni sorular hazırlar ve beraberinde dizayn olanı getirir. Emek sarf etmekten zevk aldığımız bir iş kapısına evet derken, meslek arkadaşları da seçimimizin yanında gelir. Her şey çok iyi de şu Mehmet olmasa…  diye düşünülen günler meydana geliverir. Veya evlendiğimiz kişi çok iyiyken, ah annesi olmasa...

İnsan iletişim kurduğu her insanı seçemez ki. Peki, o zaman neden karşısına çıkar bu problemin önde gidenleri? Hep beni buluyor bu insanlar dediği, burnunun dibinde bitenler... Mıknatıs gibi çektikleri...

Pekiii...Hiç dönüp baktı mı insan kendine?

Ben nasılım diye sordu mu?

Hayattaki eksikliklerini veya marifetsiz olduğu yerleri gördü mü?

Aslında neye ihtiyacım var diye düşündü mü?

Hayatta her şeyin bir sebebi var. O insanların beni bulmasının da, aynı problemleri yaşıyor oluşumun da, zorlandığım veya tahammül edemediğim her şeyin ve her kişinin bir sebebi var. İnsanları değiştirmeye çalıştıkça, bataklığa sürüklenir gibi çıkılmaz bir hal almasının bir sebebi var... Aslında insan ancak kendini değiştirdiğinde çevresi değişir ve problemine göre marifeti gelişir.

O nedenle insan önce kendini tanımalı. Tanımalı ki, karşına çıkan işaretleri fark edebilsin. Seçimiyle gelene razı olabilsin. Hayatta problem çözmekten keyif alabilsin. O zaman devamlı çalışan bu fabrika külfet olmaktan çıkar. Mutlu ve başarılı olmaya giden yol olmaya başlar.

Bunun yolu ise ilk kendini tanımaktan geçer...

Kim kimdir gerçekten?

Zaaflarım, güçlü yanlarım neler?

Katmam gerekenler şeyler veya törpülemem gereken sivrilikler?

Çevremdeki insanları anlayamıyor, tahammül edemiyorsam bunun cevabı kendimde gizli...

Kendini tanıma bir yolculuk, hem çok keyifli hem bir çok problemi aydınlatan; azıcıkta kabul gerektiren bu yolculuğa ömür boyu çıkmamak kendimize haksızlık değil mi?






Okumaya Devam Et

10 Ağustos 2024 Cumartesi

GÜLÜMSE HAYATA

Hastaneye doğru giderken, otobüsün camından dışarı bakakalmıştı Gülizar. Bakıyordu ama görmüyordu aslında. Kafası o kadar doluydu ki, bir dolu şey geçiyordu aklından… 

Ya sonuçlar iyi çıkmazsa...

Ya uzun bir tedavi süreci başlarsa...

Onlarca ilaç, ağrılar, dökülen saçlar… 

Buna hazır mıydı? 

Hiç aklından geçmemişti, bir gün kanser hastası olabileceği! Oysa ki zaman zaman bir yakını, bir arkadaşı, televizyonda gördüğü biri… Pek çok kanser tanısı koyulan kişinin haberini almıştı, bazılarının tedavi sürecine şahit olmuştu. Ama kendisiyle ilgili böyle bir şey aklının ucundan bile geçmemişti. 

İnsan yanı başında yaşayanı görüyordu, şahitti ama neden kendisiyle ilgili böyle bir ihtimali bile düşünmüyordu? 

Neden kendisine uzak hissediyordu? 

Yakıştıramıyor muydu kendisine? 

Hep başkalarının başına geleceğini mi zannediyordu? 

Bir dolu düşünceyle camdan dışarı bakarken gözleri doldu, ne yapacağını hiç bilmiyordu. Birkaç ay önce kolunun altında küçük bir kabarıklık hissetti, pek önemsemedi. Bu gün yarın doktora giderim derken, üzerinden iki ay geçmişti. Hastaneye gittiğinde, doktor bir dolu tetkik isteyince şaşırdı, önemli olabileceğini hiç düşünmemişti. Doktor ihtimalleri sıralayınca, film şeridi gibi gözünün önüne geldi, çocukluğunda anneannesinin uzun tedavi süreci, gözünün önünde çektiği acılar…

Günlerdir dalgın dalgın dolaşıyor, ne hissettiğini, ne düşündüğünü bile bilmiyordu. Kimseye de bir şey anlatamıyordu üstelik. Ne diyecekti ki? Daha kendisi hazır değildi ki, böyle bir ihtimale. Anneannesi gözünün önünden gitmiyordu. Çok severdi onu, çok güzel ve çok asil bir kadındı. Uzun bir tedavi süreci olmuştu. Kemoterapi, ilaçlar, dökülen saçlar, çektiği acılar… Annesi ve teyzeleri elinden geleni yapıyor, rahat ettirmeye çalışıyorlardı, ama engel olunmuyordu ki bu hastalığa, vücudunu iyice sarmıştı, çaresizce bekliyorlardı. Bunca yaşanan karşısında ise anneannesi, of bile demiyordu. Evet, acı çekiyordu ama belli etmemeye çalışıyor, kimsenin üzülmesini istemiyordu.

Çok iyi hatırlıyordu, bir gün ona yaklaştı ve “Anneanne çok acı çekiyor musun? Nasıl dayanıyorsun? Nasıl bu kadar sakin olabiliyorsun?” demişti. Anneannesi ise her zaman ki sakinliği ile gülümseyerek; “Gülizar'ım, yavrum, hepsi geçecek. Bu hastalık bana RABbimden geldi, hastalıklar sağlığın zekâtıdır. ALLAH her şeyi gören bilen yavrum, her şey onun izni ile gerçekleşir. Hüküm O’nundur. O bize neyi veriyor veya neyi vermiyorsa bizim için dengede olanı odur. Bu bedeni bana veren de alacak olan da O, ben bu bedende misafirim. ALLAH’tan geldik, O’na döneceğiz. Sakinliğim RABbimdendir. Of bile demem, RABbimi incitmekten korkarım, bilirim ki O beni benden daha çok düşünür, benim için hayırlı olanı benden daha iyi bilir, sen merak etme. Ve ne olursa olsun, ALLAH'a karşı şükrün çok olsun. Bu hayatta RABbine sarıl olur mu yavrum? O hep seninle unutma sakın.” demişti.

Uzun yıllar olmuştu anneannesi vefat edeli. Onun bu cümlelerini hatırlayınca karmakarışık, karanlık olan zihni birden aydınlandı, yüreği ferahladı. “Rabbim beni affet! Senden gelene razıyım. Benim için iyi olanı bilen sensin, senden gelen kabulümdür. Sen bizi verdiklerinde de vermediklerinle de sınava tabi tutuyorsun. Ve ben bu sınavı geçenler olmayı istiyorum. dedi. Gülümsedi, gözünün önünde anneannesinin yeşil gözleri parlıyor ve ona gülümsüyordu. "Bu hayatta insan, beklentisini doğru yere yerleştirdiği ve amacına uygun bedeller ödediği sürece hayata gülümseyen gözlerle bakabilirdi ancak." diye düşündü içinden. Hastane koridorunda emin adımlarla ilerledi, kendini güçlü hissetti, gücünü RABbinden alıyordu. Artık ne olursa olsun gülümseyecekti, tıpkı anneannesi gibi…

 

 

 


Okumaya Devam Et

8 Ağustos 2024 Perşembe

ÖLÜMÜN ANLATTIKLARI

 

Yıllarca emek verdiği, sevdiği, canı,

Nasıl bir anda terk etti bu hayatı…

Halbuki çocuklarından önce giderdi anneler,

Biliyordu elbette bu acıyı tadan bazılarını…

Ama kendine konduramamıştı.

Öyle donuk ve bir yandan düşünceli,

Dikti gökyüzüne gözlerini,

Evladı gitti, yüreğinde bir kor ateş,

Ama çok şükretti…

Hayat ona bir evlat,

Ve beraberinde çok mutlu günler vermişti.

Sonra düşündü;

Acaba neye “hep” sahip olabiliyorduk ki?

Her şey ama her şey,

Geliyordu ve gidiyordu.

Dünya var olduğundan beri,

Aksini ispat edebilen yoktu…

Güneş geliyor ve akşamına terk ediyordu tüm memleketleri,


Mevsimler geliyordu,

Kimi çiçeğiyle, yağmuruyla,

Kimi karıyla, soğuğuyla,

Ve yine gidiyorlardı.

Hiç kalan olmamıştı bu dünya üstünde…

Varlığıyla nam salan Karun’un da,

Ateşiyle korkular saçan Nemrut’un da,

Örtmüştü üstlerini bir avuç kara toprak.

Sadece kötüler mi gidiyordu?

İyiler de gidiyordu onlar gibi…

Hayvanlara bile söz geçiren Süleyman,

Alemi güzelleştiren Muhammed'de,

Ardında bırakıp bu dünyayı gitmişlerdi.

Çok sevdiğimiz sakladığımız,

Annemizin, çocukluğumuzun yadigarı,

Kazağımızı bile güveler yiyordu.  

En sevdiğimiz fotoğrafların rengi soluyordu.

Aslında ne çok işaret vardı,

Hayatta bir şeye bel bağlanmayacağına dair…

Bu hayattaki, dünya üzerindeki,

Her şey ama her şey geçiciydi.

Bir “an” vardı insana, yaratılana verilen,

O “an” bitince hepimiz gidiyorduk.

Madem gidiyorduk,

Ve madem götürebildiğimiz hiçbir şey yoktu.

İnsan ne diye yaşardı bu hayatı?

 

Aslında duymuştu bazı kadim bilgiler,

Büyüklerinden anlatılagelmişti hep,

Ama bu sefer kendisi gerçekten idrak ediyordu.

İnsana bir hayat verilmişti,

O hayatla beraber süre verilmişti,

Bu sürenin içinde birçok problem verilmişti,

İnsanın bu hayatta kazanabileceği tüm varlıklar,

Onu bir bir terk ediyordu;

Malı, mülkü, çocuğu, makamı…

Bu hayatta kazanabileceği ancak ve ancak iyiliklerdi,

Bu somut diyardan, o soyut diyara götürebileceği…

Sonra yine evladını düşündü…

Çok şükür, sonsuz şükür ki

Onu da iyi bir ruh, iyi bir ahlakla yetiştirebilmişti.

Bu geçicilikler aleminde bu kadarını,

Yaşayamayanlar da vardı...








Okumaya Devam Et