30 Ocak 2025 Perşembe

PROBLEMİN ÇÖZÜMÜ ZITTI










"Gerçekten mi?’’

“Bana gerçeği söyle!’’

“Gerçeği bilmek istiyorum...’’


Ne çok kullanırız bu cümleleri... İnsan gerçeği merak eder mi gerçekten? Sorsan merak eder, canını acıtsa da bilmek istediğini söyler. 

Peki, ulaşır mı insana bir söylemeyle? 

Kabul görür mü hemen?


Saadet, “İnsan neden gerçeği bilmek istiyor?” gibi onlarca soruyla yatağa uzandı. Zihni çok yorgundu düşünmekten. Beş aydır görüştüğü ve evlilik planları yaptıkları Yusuf ona bir süredir mesafeli davranmaya başlamıştı. Bu davranışının gerçek sebebini merak ediyor, gerçekleri duymak istiyordu. Düşünürken uykuya dalmıştı ama sabah gözünü açar açmaz aynı soruyu soruyordu; “Neden benden bu kadar uzaklaştı?” 


Sanki gece hiç uyumamış gibiydi. Gerçeği bilmek istiyordu. Başka biri mi vardı? Bir hatası mı olmuştu? Kafasında onlarca zanla yaşayacağına Yusuf'u aramaya karar verdi. Yalan söyleyebilirdi Yusuf ama Saadet biliyordu ki ne kadar yalan söylenirse söylensin gerçeğin ortaya çıkma gibi bir huyu vardı... 


“Gerçek her zaman gerçekleşir’’ derdi annesi Saadet'e... Yusuf’u aradı ve buluştular her zamanki yerde... Saadet bir şey sormadan önce Yusuf’u gözlemledi. Yusuf, Saadet’in yüzüne eskisi gibi ilgiyle, şefkatle bakmıyordu. Sürekli işyerindeki yoğunluktan bahsediyordu. Saadet kendisiyle ilgili bir şeyler anlattığında ise ilgisiz davranıyordu. Arada telefonu çalıyor ve mevzu hep işle ilgili oluyordu. Saadet’in yanından uzaklaşmıyor ve telefonunda herhangi bir şey de gizlemiyordu. 


Saadet, Yusuf’un davranışlarından anladığı kadarıyla hayatında başka biri yoktu. Tüm odak noktası iş olmuş bir adam görüyordu. 

Bir taraftan da insanların her soruya gerçeklerle karşılık vermediğini biliyordu. İnsan kendinden yanaydı ve çok az insan gerçeği cesaretle söyleyebilirdi. O nedenle gözlemlerinin en az Yusuf’un sözleri kadar etkisi vardı. Bu arada kendisindeki değişimleri de düşündü.  

Evet, Yusuf ilişkinin başındaki Yusuf değildi. 

Peki ya kendisi, aynı Saadet miydi? 


Başta her buluşmaya evet diyerek koşturmayan, ailesine, arkadaşlarına dengeli bir şekilde vakit ayıran bir Saadet vardı. Yusuf iyi bir insandı ve Saadet onun yanında kendisini güvende hissediyordu. Zamanla birlikte geçirdikleri vakti artırmaya başlamıştı. Yusuf da bundan çok memnundu. Bu arada Yusuf’a başka bir şirketten iyi bir iş teklifi gelmişti ve evlenmeden önce bu değişimin çok iyi olduğunu düşünmüşlerdi. Yusuf çok çalışkandı, maaşı iyi bir gelire dönüşmüştü.


Tabii bu durum Yusuf’un yeni işyerinde aldığı maaşı hak edebilmek için daha çok çalışmasına sebep olmuştu. Saadet artık daha az gelen buluşma tekliflerinin hiçbirini geri çevirmiyordu. Yusuf’un ona karşı ilgisi azalsa da o, Yusuf’la daha çok ilgilenerek açığı kapatmaya çalışıyordu. Tüm bunları düşününce fark etti ki, artık Saadet de eski Saadet değildi. Zihninde taşlar yerine oturmaya başlamıştı. Yusuf’la ilişkisinin gerçeğini öğrenmek isterken aslında gerçekte bir ilişkide yapılması ve sakınılması gereken davranışların ne olduğunu düşünmeye başladı…


Sahi neydi insanı ilişkide albenili veya itici kılan özellikler? 

Gerçeğe uyumlu bir ilişki nasıl olmalıydı? 

Ve her soru gibi bu sorular da cevabını bulacaktı… İnsan yeter ki gerçeği merak etsin… Bir türlü kafasındaki sorulara cevabı bulamıyordu. Sonra böyle durumlarda ne zaman danışsa her zaman ona gerçeğe anlatan arkadaşı Esra’yı aramak aklına geldi. Esra olayları dinleyince arkadaşına ‘‘İnsan zanlarına göre hareket ederse hayatta yanlışlar yapar. Zannettiğimiz şeyler gerçek olmayabilir’’ dedi. O zaman ilişkinin gerçekliği ne diye merak etmeye başladı. Ne yapmalıydı? Ya da neyi yanlış yapıyordu? 


Albenilerini kaybetmemişti ama fazla göz önünde olduğu için görünmemeye başlamıştı.


Önceden gözünün içine bakan adam şimdi çok normalleştirmişti Saadet’in her şeyini.


Kendisinin de böyle olduğunu biliyordu. Annesini, yanına ziyarete geldiği ilk günler el üstünde tutar, sonra sıradan davranmaya başlardı. Arkadaşları çok aramaya başladıklarında telefonların bazılarını açardı. Günlerdir düşündüğü soruların cevabını teker teker kendisi veriyordu Yusuf telefon görüşmeleri yaparken. “Tabii ya” dedi, “O kadar çok üstüne düştüm ki benden uzaklaşıyor sanıp, gerçekten uzaklaşmaya başladı. Yeni bir işe girdi, tabii ki daha çok çalışacak. Neden bunu daha önce fark etmedim?” diye kendi kendine üzüldü.


Hemen harekete geçmeliydi, “Yusufçuğum benim kalkmam gerekiyor. Akşam arkadaşlarım gelecek yemeğe…”


Yusuf “Ama akşam birlikte yeriz diye düşünmüştüm…” dese de, Saadet “Başka zaman yeriz, kızlara söz verdim bugün.” deyip çabucak kalkıverdi.


Kız arkadaşları akşam teselliye değil, yemeğe geleceklerdi çünkü…



O gün bir karar aldı Saadet, bir hedef belirledi. Artık değişecek, yeni bir Saadet’e dönüşecekti. Bunu kendisi için yapacaktı, Yusuf için değil. Çünkü insan sadece kendisini değiştirebilirdi. Başkasını değiştirme hakkı yoktu.


Zaten insan kendisi değiştiğinde dünya değişir derdi arkadaşı Esra. 


“Her problemin çözümü zıttında gizlidir.” yazılı eğitim afişini dakikalarca inceledi. 


Esra bir eğitime başlamış, Saadet’e de afişini göndermişti. Sonunda kararını verdi ve afişteki numarayı aradı. Üç gün sonra başlayacak olan Kim Kimdir eğitimine kaydını yaptırdı. Aldığı eğitimden sonra bambaşka birine dönüştü Saadet, Yusuf artık onu daha çok arıyor, merak ediyordu. 


Tıpkı ilk günlerdeki gibi… Her şey başladığı yere dönmüştü sanki ama Saadet artık aynı Saadet değildi…

 


Okumaya Devam Et

28 Ocak 2025 Salı

SENİN AĞACIN HANGİSİ?


“Sakın o ağaca yaklaşmayın!”

“Sakın o ağaca yaklaşmayın!” dedi yaratıcı, Adem ve Havva’ya.

Nedendi bu uyarı? İnsanlık için ne vardı ki bize bu kıssa anlatıldı?

Bizim yaklaşma ile derdimiz neydi?

Anne babalar çocuklarını okula gönderirken; “Aman çocuğum hava çok soğuk. Teneffüslerde dışarı çıkma, çıkarsan üşürsün. Ben biliyorum seni, sen orada topun peşinden koşturup terlersin, rüzgâr yersin, üşütürsün. Sakın çocuğum, sakın." diyerek gönderir. Uzak bir şehre okumak için uğurlayanların da kullandığı cümleler vardır. “Çocuğum kötü arkadaşlardan uzak dur. Onlar seni kendilerine benzetir. Bana bir şey olmaz dersin ama fark etmezsin, bir bakmışsın onlar gibi oluvermişsin. Sakın oğlum!” der ve uğurlar.

Bu sözler çok tanıdık değil mi? Anne ve babanın sözleri Adem’e söylenen ilk uyarının benzeri, yankısı sanki.

İnsanın yaşadığı Adem’in hikâyesinden çok farklı değil aslında. Her gün, her an, kendi ağaçlarının çevresinde dolanır insan. Bir yanlışa adım atar, bir hatanın çekimine kapılır. “Yaklaşma” denilen o şey, bazen bir bağımlılık, bazen bir yanlış insan, bazen de kısa süreli bir haz olur. Ve ne zaman yaklaşsa insan, bir şeylerini kaybeder; huzurunu, iradesini, hatta bazen kim olduğunu. 

Her insan Adem’in hikâyesini kendi hayatında tekrar tekrar yaşar. Adem’in hikayesi sadece bir kıssa değil aynı zamanda insanın hayatına rehberlik eden bir öğretidir. Yaratıcı insana bu hikâye ile bir şeyin haberini ulaştırırİrade ancak yaklaşana kadardır. Yaklaştıktan sonra artık devre dışı olur. İnsan yaklaştığı an kaybetmeye en yakın anda demektir. 

İnsan, yaratıldığı andan itibaren sınavlarla çevrilidir. Bu sınavlar, bazen bir ağacın gölgesinde, bazen bir yol ayrımında, bazen de bir kararın kıyısında belirir. Ve her sınav, insana aynı soruyu sorar: “Yaklaşacak mısın, yoksa sakınacak mısın?”

Önemli olan kişinin nelere yaklaşıp nelerden uzaklaşacağını bilmesidir ve sorulara düşünerek cevap verdiğinde, daha doğru kararlar verir. Yanlışa yaklaşmaktan vazgeçmek, bir kayıp değil, bir kazançtır. O ağaca dokunmadığında belki bir meyveyi kaybeder ama kendini kazanır. Yaklaşmamak sadece bir uyarıya kulak vermek değil; aynı zamanda kendi benliğini, geleceğini ve değerlerini korumaktır. O an, insan kendine bir sınır çizer. O sınır ne kayıptır ne de bir engel; o sınır, insanın kendini koruma alanıdır.

İnsan toplamda iyi etmeyecek şeylerden sakındığında aslında iyi olana da yaklaşmış olur. Her eylemin başarısı zıttından sakınmaktan gelir. Sakınmak, korkmak değildir. Sakınmak, bilinçli bir tercihtir. Kendine ve değerlerine sahip çıkmaktır. Yaklaşmamak, bir zayıflık değil; bir güçtür. İnsan, yaklaşmadığı sürece, hatanın etkisinden korunur. Yanlışın kıyısına gelmemek için geri durmayı öğrendiğinde güçlenir. Yaklaşmak, iradenin sınavıdır. O sınavı kazanmanın yolu, “Hayır” demeyi öğrenmektir. Sakınabilen insan, o hatanın yollarını kapatabilen insandır.

Yaratıcı Adem’e “yaklaşma” dedi. Çünkü insanın zaafını, o zaafın nereye varacağını en iyi O biliyordu. Ve sakınmanın, insan için bir koruma, bir sığınak olduğunu da.

...

Hadi bugün kendimize şu soruyu soralım;

Benim ağaçlarım neler? 

Hangi ağaca yaklaşıyorum? 

Hangi hatanın kıyısındayım? 

Vicdanımda sakın diyen sesi duyabiliyor muyum, yoksa onu da mı kaybettim?

 



Okumaya Devam Et

25 Ocak 2025 Cumartesi

TUTARLILIK

Üniversitede üçüncü yılıydı Nihal’in. İlk gün yanına oturduğu kız şu an en yakın arkadaşıydı. Ne kadar çabuk geçmişti zaman. Birbirlerine yakın olduklarını düşünürlerdi. Biri diğerinin yanında olmadığında ‘ekürin nerde’ derlerdi. Ayrılmaz ikili gibi olmuşlardı. İkisi de başka şehirlerden gelmişlerdi, ailelerinden ayrılarak geliyorlardı, bir araya geldiklerindeyse birbirlerine kapı olmuşlardı.

Birinin canı sıkıldığında diğeri yanında olurdu, olmalıydı değil mi?

Biri yalnız kaldığında diğeri ona kapı değil miydi?

En azından Nihal öyle sanıyordu.

İnsan zanneder, beklentiye girer bu nedenle yanılır…

Peki hiç karşımıza çıkan insanı irdeliyor muyuz?

Davranışları gerçek mi?

Tutarlı mı?

Nihal düşünüyordu; üç yıl boyunca bu kadar yakın davranırken, neden gerçekten ihtiyacı olduğunda yanında olmuyordu?

Burada bir tutarsızlık yok muydu?

Merak ediyordu; bu dostluk Ebru için de bu kadar önemli miydi?

Bir süre kenara çekildi ve tepkisiz kaldı. Ve fark etti ki ne yazık ki haklıydı… 

Bu kadar yakın oldukları dostluk bir kaç gün içinde bitivermişti. Şaşkındı. Sonradan Ebru’nun davranışlarındaki tutarsızlığı kabul etti. Çünkü bir insan tutarlıysa güvenilirdi. Mezun olduğu ilk yıl işe girdi Nihal. İş yerinden kendisine teklif gelmişti, tecrübesiz olduğunu ve hata yapabileceğini söylemişti ama her şeyi öğreteceklerini söylemişlerdi. Kabul etti, üç ay ücretsiz çalıştı tecrübesizliğinden dolayı, yeni yeni öğrendiği işte hatalar yapıyor ama yanlış yapmamak için çok çabalıyordu. Buna rağmen hatalarından dolayı bir gün fena azar yediğinde fark etti…

Bu davranış bir yerden tanıdık geliyordu…

Burada yine bir tutarsızlık vardı.

Sahi tutarlılık ne demekti?

Güvenle bir ilişkisi var mıydı?

Birine nasıl güvenilir veya nasıl güvenilmez?

İnsan güvenmek ister. Bunun için tutarlılık arar. Herhangi bir davranışta sürekliliğe ihtiyaç vardır o güven için. Herhangi bir duruma göre, herhangi bir zamana göre değişmemesi gerekir. Bir manav aynı kalitede ürünleri sattığı sürece müşteri ona güvenip rahatça alışveriş yapabilir. Hatta başkalarını yönlendirebilir. Bir kişi davranışları öncekiyle sonraki tutarlı olduğu müddetçe güvenilir bir insandır.

İnsan bir iş yerine, ilişkide olduğu kişiye veya duyduğu bir bilgiye güvenmek ister. İnsan aslında güvenmek için hep tutarlılık arar. Gerçek olup olmadığını bilmek ister. Zamana mekana, kişiye göre değişmeyen bir zemin ister...

Zamanında irdelemeden karşısındakine inandığında başına gelenlerden ders almamış mıydı?

Düşündü… Tutarlıydı :)

 

 


Okumaya Devam Et

23 Ocak 2025 Perşembe

BEREKET VERSİN

Ayşe ve eşi İbrahim yıllar önce evlenmişlerdi. Her işin başı zordur diyerek evliliğin başında zorluklara beraber sabrederek bugüne kadar gelmişlerdi… Ancak bir gariplik vardı… Zorluklar sonrasında her ikisi de işinde iyi bir kazanç elde etmelerine rağmen bir türlü kazançları yetmiyordu. Her aynı döngü devam ediyor, ayın sonunu zor getiriyorlardı. “Biz bu kadar kazanırken bize yetmiyor, fakir fukara nasıl geçiniyor, aklım almıyor.” derdi. Ayşe küçükken anneannesi yıllar önce bir hikâye anlatırdı. Onu hatırlardı ara ara… Halil ve İbrahim kardeşleri. Hani halk arasında “Halil İbrahim bereketi olsun" diye yemekten sonra dillerde dolaşan, dualara söz konusu olan, dillere destan; "buyurun dostlar buyurun Halil İbrahim Sofrasına" diye şarkıların söylendiği kardeşlerin hikayesini… 

İbrahim evli, Halil ise bekar iki kardeş... Bir tarlaları var ve buğdayların hasadını yapıp, depolarına koyuyorlar. Hasat akşamı evde Halil kendi kendine; “Ben bekarım ama abim evli, bakması gereken insanlar var. Şimdi ona versem almaz…” derdi. Aklına kendi buğdayının altına çuval koyup çok gözüksün diye kendisinden onunkisine karıştırmak geliyordu. İbrahim de ondan farklı değildi. O da; “Şimdi böyle paylaştırdık ama bu çocuk evlenecek, ben evlendim onun masrafı olacak. Ama Halil’e versem hayatta kabul etmez en iyisi ondan gizli ben karıştırayım.”  diye düşünür ve kendi buğdayının arasına çuval koyuyordu. Sabah kalkıp satılacak çuvallara bir bakıyorlar ki iki tarafta da çuvallar dengeli... O yıllarda içinde bulundukları coğrafyada bir kıtlık dönemi ki halk çok zorlanıyordu. Bu kıtlık Halil ve İbrahim kardeşlere hiç uğramıyor. Uğramadığı gibi tüm köylü onların evinde yiyip doyuyor, yine de bitmiyordu.  

Öyle bir bereket ki… Bitmek bilmeyen bir bereket.

Halil ve İbrahim bereketi... Öyle ki kıtlık olsa da onlara teması az…

Neydi onları kıtlıkta zorlanan insanlardan ayıran o farklılık? Cevabı sarp yokuşta gizli…

Hayatta kendisi aç iken aç olanı doyurabildikleri için… O zorlukta kendilerini zora soktukları için…

-“Ah be yavrum ne zamana geldik. Şimdi herkes kendini düşünüyor. İnsanların kardeşi, komşusu, yakınları önemli değil. Eskiden bereket vardı, herkes herkesi düşünürdü evladım…ALLAH da böyle kullarını düşünür. Onları aç ve açıkta bırakmaz…" derdi Ayşe’nin annesi…

Aklına gelen bu öyküyü eşi İbrahim ile paylaştı. Kim bilir belki de aradıkları cevapları beraber bulurlardı. İbrahim’in aklında bir çok soru belirdi bu öyküyle… Gerçekten bereket neydi? İnsanın bereketi nasıl artar? Neden azalır?

Bereket ile ilgili ne çok az şey biliyordu. Ve yıllardır ne çok kelime vardı bereket gibi… Duyduğumuz ama aslında gerçeğini çok az bildiğimiz onca kavram gibi. İnsan sadece parasının veya yediği yemeğin bereketli olacağını düşünür. Oysa gerçekte sahip olduğumuz her şeyin bir bereketi vardır. Zamanımızın, arkadaşlarımızın, kıyafetlerimizin, evimizin hatta ailemizin… Ayşe’nin o an aklına anneannesinin “hayrını gör” diye dua etmesi gelmişti… Demek böyle bir şeydi bereket, hayrını görebilmek… Var ama yokmuş gibi olması ne kadar kötüyse, varlığının insanın lehine olması da bir o kadar güzelmiş…

Yıllarca arkadaş sohbetlerinde en klasik cümlelerden biri geldi aklına Ayşe’nin… “Şanslı doğacaksın kızım bu hayatta…” Kelimelerin gerçeğini öğrenince gülümsedi Ayşe. İnsan yapıp ettiklerinde doğru, yanlış, gerçek ve sahte ayrıştırmadan aklına estiği gibi hareket edince… Şans gibi düşünüyordu başına gelenleri… Oysa gerçeğini öğrenince ne şans ne tesadüf kalıyordu geriye… Onlarca para kazanıp ay sonunu getiremezken kimileri… Kimileri onların yarı parasıyla hem ev geçindirip hem de evlat okutabilmişlerdi… Yıllarca anlayamamıştı İbrahim ve Ayşe… Ta ki bereketin ne olduğunu öğrenene kadar…

Onlar merak etmişlerdi… Her sorusunun cevabı var eğer ki hak edebilirse insan cevabını. Onlar da artık biliyordu bereketi. Bereketli bir yaşam için mutlaka yapması gerekenler vardı. Tıpkı toprağa gömülmüş tohumun filiz vermesi gibi… Bereketin de yasaları vardı. Aşırı ve ihtiyaç dışı tüketimden uzak durmak, insana sahip olduğun şeylerin temasını artırıyordu. İnsanın aza hürmet etmesi de bereketi getiriyordu. Her çok olan şey, az ile başlamamış mıydı? Damlaya damlaya göl olur derdi eskiler. Tıpkı o damlalar gibi… Bereket azda gizliydi… Hikmet miktarda değildi…

İnsan çok yedikçe doyacağını, çok kazanınca zengin olacağını zanneder…

Oysa gerçek öyle değildir…

İşin sırrı; yediklerinin insana teması, kazandıklarının temasında…

Ama insanların çoğu bilmez… Azın bereketini…

O yüzden de yanıldı yüzyıllardır insanoğlu…

Huzuru mutluluğu çoklarda aradı…

Oysa insanı insana daha yakın olan çözümü hep zıddına gizlemişti…

 


 

Okumaya Devam Et

21 Ocak 2025 Salı

NEYDİ SAHİ?









Sadece bir kelimenin altında yatar insanın zenginliği,

Bilmediğinde miktarların çokluğu sanır bolluğu…

Daha çok parası olsun, marka kıyafetleri, varlıkları,

Lüks bir araba mesela,

Daha çok, daha, daha…

Varken niye tatmin değil o zaman, neden daha fazlasını arar?

Mutlu olacağım diye hep doyumsuz, hep sahteye kanar...

İlk önce hemen olmaz istediği,

Çok uğraşır, çok didinir ve karşılığında çok az gelir…

Ve farkına varmadan marifetlenir, yaptığı sonrasında haz verir.

İşte budur bereket, elinde olanın mutluluk vermesi,

Sahip olduklarının yeterli hissettirmesi,

O tokluk hissi…

Yağmur bir yerde felaket, bir yerde bereket,

Fırtınayla gelir, kasıp kavurur; muson olur hayat olur…

Hangisi hayır getirir görebildin mi şimdi?

Miktarlar değildir hayat getiren,

Öyle çokluklar vardır ki insanı mahveden,

Ne yaparsan yap tatmin olmazsın…

Öyle azlar vardır ki, hiç fazlasını aramazsın.

Bereketin çoğu, azın içinde gizli,

İşe er başlamakta, sabahın seherinde mesela,

Kimse yokken yardım için orada olmakta,

En basiti en güzel yapmakta,

Kendini övmeyi bırakmakta,

Hemen hareket başlatmakta…

Emeğin olduğu yerde gizlidir bereket,

Çalışanın elinde,

Hasat sonrası bir zeytin ağacının dibinde,

Neşeyle içilen kahvede,

Kapılarını açtığın yetimlerin gülüşünde…

Hiç zannedildiği gibi değil,

Çok yerde, çok yerde…





Okumaya Devam Et

18 Ocak 2025 Cumartesi

PAYLAŞMANIN BEREKETİ

Paylaşmanın Bereketi

Eylül ayının sonlarında bir Cumartesi günüydü. Yazın bunaltıcı sıcakları artık gitmiş, şehirde beton yığınları arasında hava daha nefes alınabilir hale gelmişti. Ağaçlarda sararan yapraklarıyla şehir sonbaharı yaşamaya başlamıştı. Mutfağın açık penceresinden yeni yağmurun o sakinleştirici sesi geliyordu. Bir yandan da yemek kokularının arasına karışan mis gibi yağmurda ıslanan toprak kokusu… 

Mutfakta evin gencecik hanımı Leyla, hummalı bir şekilde yemek yapıyordu. Önemli misafirleri vardı. Eşinin dayısı ve ailesi ilk defa evlerine geleceklerdi.  Leyla, Ömer ile evleneli henüz üç ay olmuştu. Yeni evli çifti tüm akrabalar ve arkadaşlar evlerinde ziyarete gelmeye başlamıştı. Yemek yapmakta usta sayılmazdı Leyla ama üniversitedeyken ve bekar yaşadığı zamanlar hep kendine ufak tefek yemekler yapardı. Evlendikten sonra da dışarıdan sipariş etmek yerine, evde kendisi yemek hazırlama gayret ediyordu. Her gün işten geldiğinde basit de olsa evde yiyecekleri ufak, lezzetli sofralar kurmaya çalışıyordu. Bugün de gayreti misafirleri içindi. Yaptığı yemekleri beğensinler istiyordu. Sabah kahvaltıdan sonra hemen hazırlıklarına başlamıştı. Tüm yemeklerini sırayla, özenle yapmış, ana yemek ve pilav soğumasın diye onları en sona bırakmış, ayrıntılı düşünmüştü. 

Ana yemeği fırına verdi, pilavı yapıp dinlenmeye bıraktı ve sofrayı özenle hazırlamaya başladı. Kayınvalidesinin yaptırdığı işlemeli masa örtüsünü serdi. Evlenirken çok beğenerek aldıkları porselen yemek takımlarını masanın üzerine yerleştirdi. Memnuniyetle baktı güzel sofrasına. “Biraz oturup dinlenmeyi hak ettim...” derken kapı çaldı. Eşi elinde tazecik mis kokulu ekmeklerle içeri girdi;

 - Aşkım benim, dışarıdayken dayımlar aradı.  Teyzemler de gelmek istemiş, beraber geliyorlarmış. 

Teyzeler de mi geliyormuş? Ne kadar da kolay söylemişti Ömer. Bir an hiçbir şey söyleyemeden kalakaldı Leyla. Ömer’e göre çok kolaydı her şey. Böyle son dakika planlara, son dakika organizasyonlar onun normaliydi zaten. 

- Hayatım, bütün hazırlıklarımı dört misafire göre yaptım. Şimdi yedi kişiyi nasıl ağırlayacağım? Yemekler yetmeyecek. Son dakika yemek de yapamam. Şimdi bu son dakika mı haber verilir? 

- Canım ne olacak? Üç kişi daha gelecek sadece. Senin yaptığın hazırlıklar yeter de artar bile. İstersen börek falan alırız dışarıdan? Sen telaş yapma hiç. Onlar anlayışlı insanlar. 

Ama Leyla insanların anlayış göstereceği bir duruma düşmek istemiyordu ki… 

- Keşke önceden haber verselerdi. Böyle son dakika plan değişikliklerinden hiç hoşlanmam biliyorsun. 

Yağmur hızlanmıştı. Damlaların cama vurma sesleri ile biraz dikkati dağıldı. 

- Ben en iyisi biraz hava alayım sakinleşeyim. 

Pencerenin yanına gitti. Dışarıyı izlemeye başladı. 

Bir buluşmayı güzel kılan neydi? Lezzetli yemekler yemek mi? Karnımızın tıka basa doyması mı? Çeşit çeşit ve süslü yemeklerin olması mı? Mükemmel düzende kurulmuş güzel bir sofra mı? Yoksa ev sahibinin güler yüzü ve samimiyeti mi? İçtenlikle misafirini ağırlaması mı?  

Gittiği misafirlikleri düşündü. Sofradaki yiyecekler az çeşit de olsa, basit de olsa çok keyifli yediği zamanlar olurdu. Küçükken anneannesine gittiklerinde yer sofrasında ortak tabakta yedikleri etli pilavlar, çorbalar, turşular, ayranlar…  Bir yaz tatilinde babasının eski arkadaşını ziyaret ettiklerinde, ev sahibinin yemek yemeden bırakmayıp hazırladığı öğleden sonra kahvaltısı... O sade sofra,  hızlıca hazırlanan lezzetli börekler, domatesler, biberler ve çaylar...

O lezzet, herkesin karnını mutlulukla doyuran o bereket nereden geliyordu? Paylaşmaktan diye düşündü. Paylaşmaktı sofraları bereketli kılan.   O lezzet, o bereket cömertçe paylaşmaktan geliyordu. Elindeki çok olsa da, az olsa da paylaşmak...

Paylaşmanın bereketi

Küçükken komşularının kızı evine gelir ve oynarlardı. Yemek saati geldiğinde de annesi babası arkadaşını evine gönderirlerdi. Bir şey diyemez ama bunda bir yanlışlık olduğunu hissederdi ve üzülürdü Leyla.  Belki evdeki yemek azdı, ya da anca yeter diye düşünüyorlardı. Tıpkı şu an Leyla’nın düşündüğü gibi. Kendinden utandı. Oysa ki dört kişinin doyacağı yemekle beş kişi de doyamaz mıydı? O zaman altı kişiye hazırlanan yemekle de dokuz kişi doyardı. Boşuna suratını asmıştı.  Boşuna eşine söylenmişti. Önemli olan samimiyetti… Güler yüzle elinde olanı paylaşmaktı. 

Birden kapının sesiyle irkildi Leyla, misafirleri gelmişti bile. Hızlıca saçını başını düzeltip kocaman bir gülümsemeyle kapıyı açtı... Yeni evine ve yuvasına misafirleri bereketiyle gelmişti...

 



Okumaya Devam Et

16 Ocak 2025 Perşembe

İSTEMEK YETERLİ Mİ?

Sabah yatağından korkarak uyanmıştı Selen. Yediyi beş geçeye kurduğu alarm o kadar gürültülüydü ki; o derin uykusundan ancak bu şekilde uyanabiliyordu. Daha dün gece erkenden uyanmaya karar vermişti. Bu sabah erken kalkacak bu sefer gerçekten başka bir Selen olacaktı.

Geçen hafta sonu lise arkadaşlarıyla buluştuğunda büyük bir travma yaşamıştı. Arkadaşları sosyal medyadan onu bulmuş, görüşmek istemişlerdi. Bu da Selen’in çok hoşuna gitmişti. Çünkü epeydir dışarı çıkmak istemiyordu. Eski arkadaşlarını görmenin ona iyi geleceğini düşünerek, buluşma teklifini kabul etti. Arkadaşlarında görünüşte çok büyük bir değişme yoktu. Belki biraz kilo alan ya da biraz kilo veren vardı. Hatta bazıları güzel yol almış çok iyi işlerde çalışıyorlardı. Yaptıkları işleri, aldıkları arabaları ya da bu yaz nereye tatile gideceklerinden bahsettiler. Aralarında bazıları evlenmiş, bazıları ise bekar kalmayı tercih etmişti. Güzel bir hafta sonu geçirmişti Selen arkadaşlarıyla. Eve döndüğünde ise kendinde biraz burukluk hissetti. Arkadaşları çok neşeli ve hep başarı öykülerini anlatıyorlardı. Selen de aslında bir şeyler anlatmak istedi ama anlatacağı pek bir şey bulamadı. Eve geldiğinde bununla ilgili düşünmeye başladı. Keşke lisedeki gibi olsam diye geçirdi aklından. Ne kadar da şen şakrak, hayat dolu bir kızdı o zamanlar ama şu anda pek de öyle değildi. Arkadaşları ondan daha neşeli, daha başarılı ve daha mutluydular.

İşte o zaman fark etti kendisindeki değişimi. Gerçekten de bir süredir Selen eskisi kadar gülmüyor, hayattan keyif alamıyordu. Her geçen gün bir kuyunun dibine sürükleniyor gibiydi. Geçen ay çok sevdiği amcasının vefatı da bunun üzerine tuz biber olmuştu. Bundan sonra hayatı böyle devam edecek sanıyordu… Ta ki arkadaşlarıyla buluşana kadar… Evet dedi Selen ben de böyleydim ve yine böyle olabilirim. Peki buna nereden başlamalıyım diye geçirdi içinden. 

Bunu sadece istemesi yeterli miydi? Yani bir insanın “Ben daha iyi olmak istiyorum” ya da “Sınavımı kazanmak istiyorum” ya da “Evlenmek istiyorum” demesi; sınavı kazanması, evlenmesi ya da daha iyi olması için yeterli miydi?  Aslında pek çoğumuzun yaptığı da buydu. 

İnsanlar bir şeyi istemenin, yeterli olduğunu, bir şey yapmadan o isteklerine ulaşabileceklerini zannederler. Oysaki bir insanın isteklerine ulaşabilmesi için, istediği şeyle ilgili harekete geçmesi, hayatında bazı değişiklikler yapması gerekir.  Bir insanın kendisine bir hedef koyup o hedefine ulaşması önemlidir. Bu insanın hayatında dönüşümü meydana getirir.

Selen de hayatında bir dönüşüm olsun istiyordu. Eskiden ne yapıyorsa şimdi de benzerlerini yapmalıydı. Çünkü insanın hayatındaki bir şeyleri yani sonucu değiştirmek için sebepleri değiştirmesi gerekiyordu… Önce “Sabah erken kalk kalkmalıyım” dedi. Tıpkı eskiden yaptığı gibi. Ve artık alışveriş mekanlarına gidip alışveriş yapmaktan da vazgeçmeliydi. Artık işine de dört kolla sarılmalı, kendisine verilen projelere zaman ayırmalıydı. Tabi bunu yaparken de en çok görüştüğü insanlar iş arkadaşları olmalıydı. Oysaki bir süredir işe gidip; sadece kendi masasında bir şeyler yapıp çok da fazla kimseyle görüşmeden hemen işten çıkmayı tercih ediyordu. Okuldan beri görüştüğü iki arkadaşı vardı. Onlarla haberleşip hemen bir plan yaparlardı. Dışarıda geç saatlere kadar takılıp; yer içer, alışveriş yaparlardı.

“Bir insan değişecekse, o zaman görüştüğü kişiler de değişmeli.” diye geçirdi aklından. Bir gününün içinde neler yapacağını ve kimlerle görüşeceğini ayarlamıştı. Peki ya satın aldıkları? Onlar da değişmeli miydi? İhtiyacı dışında bir şeyi satın almamaya karar vermişti. Artık kendisini daha geliştirecek mesleğinde iyi yapacak kitaplar dergiler almalıydı. Bir şeyler okuyup daha iyi olmanın yollarını bulmalıydı. Hatta belki mesleği ile ilgili kurslara katılabilir, sertifikalar alabilirdi. 

Bir insan bir konuda kendisini hedef belirleyip, hareketlerini yani yapıp ettiklerini değiştirdiğinde o hedefine gidebilirdi. Böylelikle mesleğinde iyi olacağı gibi daha mutlu ve daha başarılı bir Selen olacaktı. "Keşke..." dedi, "Bunu her insan yapabilse... Üniversite sınavına hazırlanırken, evlenmek ya da ev almak istediğinde istemenin yeterli olmadığını bir bilse… İnsanlar daha da başarılı ve mutlu olurlardı…"

 




Okumaya Devam Et

14 Ocak 2025 Salı

ANLAYAMIYORUM

"İkinizi de ben doğurdum, insan biraz ablasına benzer! Ablan ülkedeki en önemli devlet üniversitesini kazandı, senin yaptıklarına bak. Liselere giriş sınavında yeterli puanı alamamak ne demek? Nasıl bir çocuk oldun sen anlamıyorum!!!"

O gün hem üzgün hem çok gergindi Ayşen. Oğlunun sınav sonucunu umutla beklerken, aldığı haber fazlasıyla canını sıkmıştı. Ablası gibi çalışkan olup iyi bir okul kazanacağını umduğu oğlu, maalesef iyi bir puanla çıkamamıştı o sınavdan. "Milletin çocuklarına bak bir de bizimkine bak!" demekten kendini alıkoyamıyordu.

Zamanında kızıyla bu kadar uğraşmamıştı. Kızı Sude, kendi kendine odasında ders çalışan, dışarıya gezmelere çok çıkmayan bir kızdı.  Annesi misafir geldiğinde yanlarına çağırmasına rağmen, onlarla tüketimde çok vakit geçirmezdi. Annesini ve babasını yormadan büyüyüvermişti Sude. Tabi ki Ayşen bu durumla çok övünürdü. "Ben doğurdum, huyu suyu bana benziyor, akıllı uslu, çalışkan kızım benim." der dururdu. Arkadaşları da hayran kalırdı Ayşen ve kızına. Girdikleri ortamlarda yaramazlık yapmayan, çok konuşmayan, çok ağlamayan sessiz sedasız bir kız ve mutlu annesi görüntüsü olurdu. Ayşen'in bu konforu ikinci çocuğu Selim doğana kadar sürdü. Ayşen "Ben doğurdum bu da ablası gibi uysal olur." diyordu. Selim büyüdükçe, ne ağlaması, ne yaramazlığı ne de isteklerinin Sude ile aynı olmadığını görse de; "Sonuçta benim çocuğum ablası gibi akıllı olacak... diye ümitleniyordu.  

Selim yerinde durmayan, sürekli oyun peşinde koşan, sevimli ama haylaz bir çocuktu. Ablasının sakinliğinin tam zıttında davranışları ile annesini ve babasını oldukça fazla yoruyordu. Okula gitmeyi çok seviyordu Selim, ancak ders için değil arkadaşlarıyla vakit geçirmek için gidiyordu. Eve geldiğinde okul nasıl geçti sorusuna cevabı, ders aralarında yaptıkları maçları anlatmak oluyordu. Selim büyürken ablası, önce şehirdeki iyi bir liseyi tam burslu okumuş, sonra da şehir dışındaki bir üniversiteyi yüksek bir puanla kazanmıştı. Ayşen, Selim’inde bu yolda ilerlemesi için kızına nasıl destek olduysa oğluna da aynılarını yapmak için karar vermişti.

Sude’nin evden çıkıp yurda yerleşmesiyle, Selim’le baş başa kalınca dahada zor günler başlamış oldu Ayşen ve eşi için. Kızına hangi yöntemleri uyguladıysa aynısını yapıyordu Ayşen. Yemeğinden hediyesine kadar başarıya götüreceğine inandığı aynı yöntemlerle davranıyordu Selim’e. Selim “Boşver anne yaaa bu kadar önemseme, tabi ki bende sınavımı kazanırım!” diyerek, ders çalışmaktan kaçıp arkadaş buluşmalarına gidiyordu. Ablası Sude’nin keyif aldığı her şey ona çok sıkıcı geliyordu. Bu yüzden annesinin ve babasının tüm uğraşlarına cevabı “Ben ablam gibi değilim, çalışmasam da hallederim.” oluyordu. Çok uğraştı Ayşen Selim’in derslere konsantre olması için. Bir süre sonra da ne yapsa olmadığını fark edip peki demişti oğluna... Sınav gününde gerçekten halledecek herhalde diye umuda kapılmıştı... 

Ve sonuç geldiğinde Ayşen gözyaşlarını tutamadı. Şimdi elinden sadece; "İkinizi de ben doğurdum, insan biraz ablasına benzer! Ablan ülkedeki en önemli devlet üniversitesini kazandı, senin yaptıklarına bak. Liselere giriş sınavında yeterli puanı alamamak ne demek? Nasıl bir çocuk oldun sen anlayamıyorum!!!" demek geliyordu.

İnsanların doğuştan gelen özellikleri vardır. Birinin doğurması değil, o kişinin doğarken cebine koyulan özelliklerdir önemli olan. Ve her tepkisini insan, o özelliklere göre yapar. Eğer çevresindekiler bu taşıdığı doğuştan gelen özelliklerin farkına varmazsa yaşam çok zorlaşır. Hoşuna giden kısımlarda bana benziyor der, hoşuna gitmeyen kısımlarda kime çekti bu diye söylenir durur. Kardeşte olsalar davranışlarındaki farklılığın ana sebebi bilinmediğinde, tıpkı Ayşen gibi anlayamadığı bir çıkmazın içine giriverir insan...

İnsanların dününe göre daha başarılı ve mutlu ilerleyebilmesi için bu özelliklerin ne olduğunu baştan bilmesi gerekir. Böylelikle ilişkilerini yönetebilmenin gücünü elde eder. Herhangi bir konuda başarıya ulaşmak için yöntemleri bu özelliklere göre oluşturduğunda, kaçınılmaz son mutlaka mutluluk ve başarı olur. İnsan bu özellikleri bildiğinde, ihtiyacı algılayıp ona göre davranır. Her insanın aynı şeyden motive olmadığını fark ettiğinde kime nasıl davranması gerektiğini bilir ve yaşam kolaylaşır. İşte o zaman  "Nasıl bir çocuk oldun sen anlayamıyorum!" sözleri yerine, işin gerçeğini bildiği ve anladığı, bulmaca çözmek gibi keyifli anlar geriye kalır.



Okumaya Devam Et

11 Ocak 2025 Cumartesi

YENİ YIL HEDEFLERİ

Kapalı olan perdesini açtı ve dağınık olan odasını toparlamaya başladı Gözde. Kitaplığı, masası, dolabı… Artık her yer tertemizdi. O temiz kokuyu içine çekti. 

“Ohh… Tertemiz! Hazırım.” dedi. “Artık hazırım.” Peki, ama neye hazırdı?

Masaya oturup çiçekli defterini açtı. Hemen güzel bir kalem seçti. Kalem önemliydi sonuçta… Ve o meşhur başlığını attı; "Yeni Yıl Hedeflerim."

"Eveeet, nerden başlasam acaba?" Heyecanla yazmaya başladı.

1. On kilo vermeliyim. Artık sağlıklı beslenmem lazım. Şeker yokkk!

2. Spora başlamalıyım. Her gün on bin adım!

3. Para biriktirmeliyim!

Koca bir yıl nasıl geçti? Ne için uğraştı? Ne ile meşguldü? Ne için debelendi? Anı mı kurtarmaya çalıştı ya da neyi neden yaptığının gerçekten farkında mıydı? Bir insanın hedefi olduğu sürece hayatının anlamı vardı aslında. Onu gerçekten mutlu edecek, başarılı kılacak hayalleri…

Her yıl aynı şeyi tekrarlamasına rağmen, iş yerinde de evde de değişen pek bir şey olmamıştı. Tekrar bir düşünce sardı... "Bugün yapamadığımı, yarın yeni bir yıl başladığı için yapabilir mi oluyorum?"

Bugünden yarına çok büyük bir değişiklik olmuyordu ama bir sene farklılıkları görmek için yeterli bir süreydi. İnsanlarda bir şeylere başlamak için hep yılbaşını, pazartesi gününü, sabah olmasını bekleme eğiliminde oluyordu. Pazartesi gelince de başlayamıyordu, sabah olunca da… Oysa insanın hedefine ulaşması, karar almanın akabinde hemen harekete geçmesiyle mümkündü. İnsan, her sene başında hedeflerini yazıp dururdu ama sene sonunda sonuç değerlendirmesi yapmak, hiç aklına gelmezdi. Bunu yapmayınca da her sene hedef listesi aynı kalırdı. Halbuki önemli olan mutlaka bir önceki yaşadıklarından olumlu veya olumsuz çıkarımlar yapabilmesiydi.

Yeni bir yıl geldi… İsmi 2025… Yeni olmasının verdiği heyecan ve motivasyonla yakalanan modu ne kadar koruyabilirdi insan? Mesela daha şubat gelmeden eskiyor muydu hedefleri?

Peki, nasıl sadık kalınır hedefe? Bu modu korumanın bir yolu yok mu?

Evet elbette vardı, gerçeğin yöntemleri! Uyguladıkça herkes için olumlu sonuç veren, emin ve güvenilir yöntemler. Peki insanın hedefleri ne kadar gerçekçi? Ve tabii ki de hedefleri için ne kadar fazla sebepleri var? İnsanın ne kadar sebebi çoksa o kadar modu yüksek olur ve kolay vazgeçemez hedeflerinden…

Doğru ya, hedef koyuyorsa, nedenleriyle örmesi lazım onları. Nasıl ile de süslemesi… 

Yeniden yazmaya başladı hedeflerini Gözde,

Ve devam etti… 

Nedenlerini, nasıllarını ekleyerek…

 




Okumaya Devam Et