31 Aralık 2024 Salı

KIŞ GÜNEŞİ

Elif, liseye yeni geçmiş, boyu yeni uzamış, yüzünde yeni yeni sivilceler çıkmış bir genç kızdı. Derslerine çalışır, görevlerini yerine getirirdi. Okulda arkadaşlarına evde annesine yardım ederdi. Kitap okumayı çok severdi. "Hobilerin nelerdir?" diye sorulunca; "Kitap okumak..." diyen cinsten değil, hakikaten severdi. Okur, düşünür, hayal eder, tekrar düşünür ve tekrar tekrar okurdu. Öğrenmeyi de çok severdi. Çünkü öğrenmek onun için sanki bir yolculuğa çıkmak gibiydi.

Kendi hayatından da öğrenmeyi önemserdi. Bunun için geçmişi ile bugününü kıyaslar, “Bir önceki yılla aynı mı düşünüyorum?” diye bakardı. Daha küçükken, bir önceki yıl yaptığı şeylerin, verdiği kararların, üzüldüğü konuların bir sonraki yılda o kadar da doğru gelmediğini fark etmişti. Fark ettiği bu durum karşısında ufak ufak utanıyordu bile! İlk başta buna üzülse de sonra düşündü ve dedi ki "İyi ki doğru gelmiyor! Bu demek oluyor ki bir önceki yıldan daha olgunum, daha mantıklıyım, daha çok büyümüşüm. Yani dünümden daha iyiyim!’’ Böyle olduğunda da çok seviniyordu. Bu farkındalık onda başka bir farkındalığa da kapı açmıştı. Demek ki şu an çok doğru diye savunduğu kararlar, ölesiye istediği şeyler de seneye anlamsız gelebilirdi... Eee ne yapsın, herhalde büyümek de böyle bir şeydi.

Okuldaki diğer arkadaşlarını düşündü. Onun gibi düşünen pek kimse yoktu. Onların sohbetleri ve ilgi alanları farklıydı. Onlar daha çok popüler olmayı önemsiyorlardı. En güzel giyinen, en marka ayakkabıya sahip olan, en komik şakaları yapan... Onlar için böyle şeyler daha önemliydi.  "İnsanlar görünür olmayı, beğenilmeyi, ön planda olmayı seviyor herhalde.’’ diye düşündü Elif. Ondan mıydı bütün bu gösterişler? Sonra çalışkan diğer arkadaşlarını düşündü. Birçoğu öğretmene kendini ispatlama peşindeydi. "Bugün ödev vardı öğretmeniiiiim!’’ diye muhakkak hatırlatırlardı çünkü kendileri yapmış olurdu.

Sanki herkes var olma, görülme, fark edilme yarışındaydı... 

Peki gerçekten öyle mi olmalıydı? 

O da mı katılmalıydı bu yarışa? 

İlginç yanı ise bu yarış bitmiyordu. Mutlu da etmiyordu ve Elif arkadaşlarını gördükçe tereddüt ediyordu. Acaba gerçek olan onların yaptığı mıydı?

Elif düşündü, düşündü, bir de yazarak düşündü; işin içinden pek çıkamamıştı. Sonra aklına Yasemin ablası geldi. Yasemin ablası hiç öyle var olma peşinde koşan biri değildi. Hızır gibi yetişti derler ya, Yasemin ablası işte öyle biriydi. Onun varlığı da yokluğu da anlam ifade ederdi. Görünür olma gibi bir kaygısı yoktu. O ortamda kimin ne ihtiyacı varsa sanki zihinlerini okuyormuş gibi hemen giderirdi. Öyle çoğunlukta gördüğümüz gibi bir iyilik yaptığında da eline mikrofonu alıp "Ben yaptım!" diye bağırmazdı. Bunu yapmamasına rağmen etrafındakiler onu çok sever ve çok güvenirlerdi. Kıymetli olduğunu bilirlerdi. Yani artık anlamışlardı onu; ihtiyaç karşılayacağını, ince detayları gördüğünü... Sadece kendisini değil başkalarını da düşündüğüne defalarca şahit olmuşlardı. Onu sevmeleri, ilgi göstermeleri için ön plana çıkıp popüler olmasına gerek yoktu. Ne kadar da iyiydi Yasemin ablası! Onun için içinden gelen kelime bu oluyordu "İyi..."

Birden aklına Yasemin ablasının ona verdiği kitap geldi. Ne zamandır okumak isteyip fırsatını bulamamıştı. Kitabın ilk sayfasını açıp okumaya başladığında çok şaşırdı. Kitapta tam da ihtiyaç karşılamaktan bahsediyordu. Diyordu ki:

“İhtiyaç karşılayanın ihtiyacı karşılanır.”

Nasılda ilginç bir cümleydi böyle... Demek ki Yasemin ablasının bir bildiği vardı. Elif’in aklına düşen soruları kendi burada değilken bile cevaplıyor, ihtiyacını gideriyordu. Sessizce, usulca, ortalıkta bile yokken ihtiyaç karşılıyordu...

Satırları okumaya devam etti; mesele ihtiyaç karşılamaktı. Asıl var olmak; dikkatleri üzerine çekerek değil, yaptığı iyi şeyleri insanların gözlerine sokarak değil, ihtiyaç karşılayarak oluyordu. Bir ilişkide, bir mekanda, bir zamanda var olmak için şart buydu...

Bu ona kış güneşini anımsattı. Kar sonrası ortaya çıkan ve buz gibi havayı yumuşacık yapan kış güneşi insanın da içini ısıtırdı. Çok yakmaz, çok ortalıkta görünmezdi. İhtiyaç duyduğun kadardı...

İnsan ihtiyaç karşıladıkça başkalarının hayatında tıkanıklıkları açan, kolaylaştıran, yol gösteren, aydınlatan oluyordu. Tıpkı güneşin bizim dünyamızı aydınlattığı gibi…

İnsan ihtiyaç karşıladıkça başkaları için varlığının bir anlamı oluyor, yokluğu hissediliyor, yeri doldurulamayan, aranan  oluyordu. Tıpkı kışın, güneşin o sıcaklığını aradığımız gibi… 

Kar sonrası ortaya çıkan ve buz gibi havayı yumuşacık yapan kış güneşi insanın da içini ısıtırdı. Çok yakmaz, çok ortalıkta görünmezdi. İhtiyaç duyduğun kadardı... İnsan da kış güneşi olunca o kadar ön planda olmuyordu ama ihtiyaç karşılıyordu. Hem de o ihtiyacı kimsenin karşılayamayacağı bir şekilde yapıyordu bunu. O soğukta ısıtan, karanlık havada ışığıyla içlere ferahlık veren güneş gibi…

Ne ilginç bir tabirdi! Kış güneşi olmak... İnsanların çoğu kışın değil; yazın güneş olmak isterdi. Pek azı ise yazın gölge, kışın güneş olmayı tercih ederdi.

Oysa şu an herkes elindekini kendine saklamayı, sadece kendini önemsemeyi normal sayıyordu. Kışın ısıtan olmak nasıl güçse bu zamanda da ihtiyaç gideren olmak o kadar güçtü. İnsanların çoğu kendi ihtiyacına odaklanmayı seçerken, sadece kendisini düşünürken başkasının ihtiyacına odaklanabilmek... Bu dönemde ne kadar da kıymetliydi. Kimsenin olmadığı yerde var olan gerçek anlamda vardı.

Asıl ihtiyaç karşılayan ön planda olan değildi; kıymetli olan yazın gölge, kışın ise güneşti... İhtiyacı kimsenin karşılamaya gönüllü olmadığı yerde, kimsenin karşılamaya istekli olmadığı zamanda karşılayan olabilmekti… Bu bambaşka bir seviye, bambaşka bir kıymetti…

Elif hayatında böyle bir insan tanımıştı ve bunun için çok mutluydu. Şimdi ise sıra öyle bir insan olmak için çabalama zamanıydı...







Okumaya Devam Et

28 Aralık 2024 Cumartesi

BİRLİKTE YOL ALMAK

 

Yeliz baba yadigarı dükkanını erkenden açar, işinin başına geçerdi. Çocukluğu buram buram simit kokan tezgahların arasında geçmişti. Şimdi kendisi pastacılık marifetini de katıp, babadan öğrendiği işini kıymetlendiriyordu. Yeliz işinin her aşamasından keyif alanlardan biriydi. Temizliğinden tasarımına, müşterilerle sohbetine kadar... Müşteriler onunla alış veriş yapmaktan memnun kalır, bir gelen bir daha gelir, hatta başkasını da yönlendirirdi.

Ticaretin usullerini babasından öğrenmişti Yeliz. Sadece kendi işini değil, komşularının da ticaretini gözetirdi. Eskiden aynı bölgedeki esnafların birbirleriyle komşuluğu vardı; sahip çıkarlardı birbirlerine. Namaz saati oldu mu hak geçmesin diye kapı usulen kapalı dururdu her dükkanda. Komşu esnaf siftah yapmadıysa, gelen müşteri "Yanımdaki siftah yapmadı, onun da bereketi olsun." diyerek komşuya yönlendirirdi. Sanki farklı sahipleri olan tek dükkan gibiydi sokak. Yeliz de bu usulü sürdürmeye dikkat ederdi. Gelen müşterilere ikramı ve tatlı dille sohbeti, olmazsa olmazıydı. Konuşmayı, insanlarla sohbet etmeyi çok severdi. Onları sadece olduğu gibi dinlemez, anlattıklarından ihtiyaçlarını da anlar ve elinden geldiğince müşterilerini memnun etmeye gayret ederdi. Müşterileri selamla karşılar, dualarla uğurlardı.

Yeliz organizasyonların aranan ismi olmuştu. Hele düğün pastası dendi mi, akla hemen onun pastaları gelirdi. Yaklaşan düğünlerle işleri artıyordu. Gelen gelene, dükkânın kapısı bir açılıyor bir kapanıyordu. “Çok şükür işlerde yolunda...” diye içinden geçirdi.

Akşam üstü hava almak için kapının önüne çıkmıştı, yan komşusu Yalçın abiye kulağı ilişti. “Bugün de iş yok…” diye dükkânda söyleniyordu. “Herkese var bir bize yok bu dünyada!” Yalçın abi de babadan kalma dükkanını işletiyordu. O da babası gibi eski usul tuhafiyeciliğe devam ediyordu. Her şey değişmiş ama Yalçın abi değişmemişti. Bu da onun işlerini olumsuz etkiliyordu. Hele son zamanlarda yaşadıkları da eklenince, bunaldığı ortadaydı. Her şey üst üste gelmişti onun için. Çocuğunun rahatsızlığı, hastane masrafları derken çok sıkışmıştı. 

Yeliz, Yalçın abiye uğramaya niyet etti ama tam o sırada naif bir sesle irkildi: “Yeliz hanım açık mısınız, kapattınız mı yoksa dükkânı?” Kibar, uzun boylu, hoş bir hanımefendi sesleniyordu. Büyük bir organizasyon için yardım istiyordu. O an hiç düşünmeden “Buyurun yan dükkândan yardımcı olalım, Yalçın abi deneyimli bir esnaftır. Süslemeleri, tasarımı oradan beğenelim, ikramları da ben hazırlarım.” dedi. Müşterisini Yalçın abiye yönlendirmişti. En azından bu konuda ona destek olabileceğini biliyordu.

Yeliz işe ilk başladığı zamanlar Yalçın abinin ona ne kadar destek verdiğini hatırlıyordu. “Evet” dedi, kendi kendine. “Böyle böyle iyi olacağız biz. Birlikte iyi olacağız.” dedi. Dükkânını kapattı ve evinin yolunu tuttu. Yastığa başını koyduğunda günün yorgunluğunun yanında tatlı bir huzur kapladı içini. Ertesi gün dükkanı açarken Yalçın abi yüzünde hafif bir tebessümle Yeliz’i bekliyordu. “Yeliz, dün bana gönderdiğin müşteri için teşekkür etmek isterim. Gelirsen ve görmezsem diye de kapıda bekledim. Dün o müşteri olmasaydı dükkanı kapatıp çıkacaktım. O müşteriden sonra birkaç müşteri daha geldi. Bana nasıl iyi geldiğini anlatamam, teşekkür ederim.” dedi, elindeki kahveyi uzatarak. Yalçın abi bilirdi ki, Yeliz sabah kahvesini içmekten keyif alırdı. Yeliz; “Esas ben teşekkür ederim Yalçın abi, ne gerek vardı?” dedi. Yalçın abinin bu ince davranışı onu çok memnun etmişti. İnsanların birbirlerinin farkında olmaları ve birbirlerine fayda sağlamaya çalışmaları problemleri azaltıyor, mutluluğu arttırıyordu.

Yalçın abi yılların esnafıydı ama kendinden genç de olsa Yeliz’den öğreneceği çok şey olduğunu fark ediyordu. Günler birbirini kovalıyor, hem Yeliz hem de Yalçın abi birbirlerine ve diğer esnaf arkadaşlarına müşteri gönderiyor, birbirlerini destekliyorlardı. Hem güzel hem de faydalı olacak şekilde davrandıkça herkes kazanmış oluyordu.

İnsanoğlu bu hayatta kazanmak ister ama önemli olan neyi, nasıl kazandığıdır. İnsan tek taraflı kazancın kazanç olmadığını anladığında ihtiyaç gözetmeye başlar. Başkalarının ihtiyacını gidereninse kendi ihtiyacı giderilir.

"İşte bu yüzden dostum, bu senin hayatın ama beni de ilgilendiriyor."

İhtiyaç gideren olmak dileğiyle...

 







 

Okumaya Devam Et

26 Aralık 2024 Perşembe

AKIP GİDEN ZAMAN...

Bir gün daha başlamıştı ve yine yapacak çok şey vardı.  Aynaya bile bakacak vakti yoktu neredeyse Ahmet’in.  Apar topar giyindi, evden çıktı. Çok işi vardı çook...

Başkası birinin “Çok iş mi? Off ...” diyebileceği şey, onun için mutluluk kaynağıydı. “Zamanımız az, yapacak işimiz çok” derdi kendine sürekli. Vapura koşturarak yetişip, son dakika adımıyla bindi. Oturacak yer kalmamıştı ama önemli olan yetişmiş olmasıydı. Zaman kıymetliydi, hele ki böylesine büyük ve kalabalık bir şehirde! Bir sonraki vapur demek, ötelenen bir çok iş demekti onun için. Gökyüzüne baktı, sonra denize... Rüzgar etkisini daha çok göstermeye başlamıştı sonbaharla. Biraz üşüdü, titredi fakat pekte hissetmiyordu düşünürken. Daha birkaç sene öncesine kadar durum ne kadarda farklıydı. Koşturmayı bırak, işlerini hallettikten sonra “Şimdi ne yapsam?” dediği zamanlar vardı işinde. Yoğun olmamaktan şikayetçiydi, fakat ne yapacağını da bilemiyordu. Üretmeyi, yeni şeyler öğrenmeyi severdi Ahmet. Bilgisayar başında günün boş geçmesi, işinin kendine göre az olması pekte hoşuna gitmiyordu. Oysa çoğu arkadaşı “Ne güzel, işin az kafan rahat. Kalan vakitte takılırsın işte...” diyordu.

Son günlerde israfla ilgili hayatında dikkat ettiği alanlar vardı Ahmet’in. Zamanı israf etmekten korkuyordu. Bazı şeyler yerine konabilir fakat zaman geri gelmiyordu. İnsanoğlu somut olan şeyleri soyut olandan daha kolay algılar. Çöpte bir ekmek gördüğünde "İsraf olmuş, yazık..." der. Giyilmeyen kıyafetler, hem de bir dünya para verip giyilmeyenler olunca; “İsraf çocuğum israf. O kadar emek veriyorsun para kazanmak için. Sonra bunlar çöp!” diyebiliyor ailedekiler. Peki ya gözle görülmeyen şeyleri israf etmek? Zamanı, bilgiyi, sağlığını israf etmesi insanın...

Ahmet’te zamanı iyi kullanamadığını, israf ettiğini düşünüyordu. Özellikle iş yeri için bu düşüncesi fazlaydı. İşini tamamlar, evrakları düzenler, bilgisayardaki dosyalarını kontrol eder fakat yine de mesai bitimine kadar vakti kalırdı. Ne yapabilirim, ne yapabilirim diye düşünürken akşam gideceği eğitimde hocasına danışmak aklına geldi. Ders bitince hemen ”Hocam bir sorum var!” deyip konuyu anlattı. Hocası tebessümle “İhtiyaç görenin ihtiyacı görülür. Arkadaşların ne yapıyor baktın mı?" diye sordu. Daha önce hiç düşünmemişti. “Bakacağım hocam...” dedi ve dersten çıktı.

İşyerinde aynı odada yedi kişi beraber çalışıyorlardı. Arkadaşlarına baktı, Can dikkatini çekti. Biraz kaygılı ve telaşlıydı.

-Can, nasılsın? Yoğun gözüküyorsun. Bir problem mi var? 

-Evet, gözümden kaçmış. Bu evrakların bugüne yetişmesi lazım. Nasıl yetiştiririm bilemiyorum.

-Benim işler bitti, istersen birazını yazabilirim.

Can’ın gözleri parlamıştı. "Gerçekten mi? Sağol Ahmet, süper olur, daha kızı okuldan alacağım..." Gün böylece bitmişti. Ahmet biraz yorulmuştu fakat kendini iyi hissediyordu.  Can ile beraber çıktılar. Hem kendi hem Can keyifliydi.

Ertesi gün işe daha istekli gitmişti. Bu tavsiye ona iyi gelmişti. İşlerini tamamladıktan sonra arkadaşlarını gözlemlemeye başlamıştı. Kmin ihtiyacı varsa destek olmaya çalışıyordu. Bu sayede ilişkileri de kuvvetlenmişti. Hatta uzak duran arkadaşlarıyla samimi bile olmuştu. Birlikte paylaşımları artmıştı, çay, kahve molalarında  beraberlerdi. Bu destek süreci, arkadaşlıklarını başka bir boyuta taşımıştı.

Yardım etmek, insanlara fayda vermek, ihtiyaç görmek… İlişkilerin gerçeğini de anlamaya başlamıştı. Sadece insanlar değil, çiçeğin bile gerçek ihtiyacını anlamak gerekiyordu. Çiçekleriyle ilişkisi de değişmeye başlamıştı:) Evdeki benjaminin yaprakları sararmaya başlamıştı su vermesine rağmen. Ne olabilirdi acaba, neden sararıyordu? Gerçek ihtiyacı neydi? Toprağına bakmak aklına geldi. Biraz karıştırınca solucan olduğunu anladı. Çok sulaması da iyi gelmemişti çiçeğe. Toprağını değiştirdikten sonra çiçeği tekrar canlanmış, yeni yapraklar vermeye başlamıştı. İlişkileri gibi... Gerçek, değdiği her şeye iyi geliyordu. İlişkilerini düşündü. İlişkilerin ihtiyacı neydi?

Ahmet başkalarının ihtiyaçlarını görmeye başlamasının üzerinden birkaç ay geçmişti. Kendisi her zaman ki gibi işe yoğunlaşmışken, müdürü onu yanına çağırdı bir gün. Yeni, büyük bir proje  olduğunu ve onu projenin başına geçirdiklerini söyledi. Ahmet bu haberle oldukça şaşkın ve fazlasıyla mutlu olmuştu. Yapacak çok işi vardı Ahmet'in, zamanı israf edemezdi...

Birden vapurun sesiyle irkildi. İskeleye yanaşmıştı. Ahmet tebessümle o cümleyi hatırladı;

"İhtiyaç görenin ihtiyacı görülür…"

 

 


 

 

Okumaya Devam Et

24 Aralık 2024 Salı

YOLCULUK

Bu hayatın bir yolculuk olduğunu düşünse insan... 

Varacağı yere ilerliyor adım adım… 

Hiçbir şey yapmadan olduğu yerde dursa bile, sona yaklaştığı bir yolculuk…

İnsan bir yolda neye ihtiyaç duyar?

İki günlüğüne ufak bir tatil planında bile ne yapar? Nereye gideceğiz, nerede konaklayacağız gibi sorulara cevaplar ayarlar. Orada ne yer ne içer , nerelerde gezer dolaşır, bunun için ne kadar bütçeye ihtiyaç var, planlar. Eşyalarını hazırlar, yolu öğrenir. Yolda mola vereceği yerlere, ihtiyaç duyacağı şeylere kadar düşünür. İki günlük yolculuk için bile farklı farklı detaylara dikkat eder.  "Adresi iyice öğrenelim, vaktinde gidelim, kaybolmayalım, yorulmayalım…" diye devam eder...

Peki insan, en önemli yolculuğu için neler yapıyor? 

Öncelikle nereye gittiğini biliyor mu? 

Bu yolun sonu nereye gider?

Bu yolculuk neden var? 

Yolun sonunda bulmak istediği yere varabilmek için ne yapmalı? 

Varacağı yere gitmek için hangi yolları takip etmeli, adres ne?

Yolculukta neler bekliyor? 

Gideceği tatil için hava şartlarına bakmak, hazırlıkları ayarlamak  çok kolay, öğrenmek çok kolay. Hayat yolculuğu için de bütün bunları öğrenmenin bir yöntemi olacağı insanın aklına gelir mi?  Mümkün müdür böyle bir şey?  

Varmak için çabaladığım hangi yollar kapalı?

Hangi yol harcadığım zamanı boşa çıkarır? 

O yola hiç girmeden geri dön tabelası olsa… O yol tümsekli, şu yol çıkmaz sokak, bu yolculukta sana en uygun bu yol diye gösteren bir harita var mı?

Yol varsa varılacak bir adres vardır,  tarif vardır, bu işin bir yöntemi bir haritası vardır…

Bu yollarda daha önce yürüyen birileri, sapan birileri, adrese varan birileri vardır...

İnsanın bu  yolculuğu konforlu kılması,  yolu kolaylaştırması,  varacağı adres için tarif alması mümkün…

Deneyimler insana yolu gösterir, ışık tutar. Böylelikle karanlıkta el yordamıyla yolunu aramasına gerek kalmaz.

Zaten öylesi insan için çok zor değil mi? 

Kaybolma ihtimali çok, vazgeçme ihtimali çok, yıpranma, uğraşma, yorulma...  Oysa çok daha konforlu yöntemler var. O ışıklardan faydalanma, yolu gösteren haritalara sahip olma gibi… İnsanın esasında temel ihtiyacı su gibi hava gibi toprak gibi…

Sadece ne kadar farkındayız bir yolda olduğumuzun ve hızla ilerlediğimizin? 

Ne kadar düşündük şu anda ilerlediğim yer varmak istediğim adres mi? 

Peki varmak istediğim adrese giden yol neresi?

Deneyimsel Tasarım Öğretisi;  insanların hayatından, doğadan, hayvanlardan, tüm canlılardan aldığı deneyimleri yine insanların hayatlarına ışık tutabilmek için insanlara sunar. Yaşanmışlıkları deneyime dönüştürmeyi, hayatı doğru anlamlandırmayı ve başka hayatlardan da öğrenmeyi öğretir. Böylelikle bu hayat yolculuğunda bir harita edinmiş olur insan. Zamanı, enerjiyi, motivasyonunu, maddi manevi tüm kaynaklarını boşa harcamadan gitmek istediği yolda, varmak istediği adrese ilerletir.

İnsanın bu hayatta en önemli yatırımı kendine olmalıdır. Nereye giderse gitsin, etrafında kimler olursa olsun, hangi konumda olursa olsun, yine insan kendiyle aslında. O yüzden insanın en ihtiyaç duyduğu şey iyi bir kendisi… İnsanın kendisinin daha iyi bir versiyonu olabilmesi için ise öğrenmesi en kıymetli olan…

Peki sen, bir kere çıktığın bu yolculuğu nasıl geçirmek istersin? 

 



Okumaya Devam Et

21 Aralık 2024 Cumartesi

NEREDE O GÜZEL GÜNLER?

Nasıl da geçmişti onca zaman? Sık sık geçmişi hatırlıyordu Nesrin. Eski günleri hatırladıkça mutlu oluyor, özlem duyuyordu o günlere. Peki, neydi bu kadar geçmişe özlem uyandıran? Eski günler miydi gerçekten güzel olan? Yoksa şimdiki zamanın tadı kalmadığı için mi eski günleri daha çok anıyordu insan?

Aslında şimdi daha çok imkâna sahipti. Güzel bir mesleği, düzenli bir kazancı, evi, arabası her şeyi vardı dışardan bakılınca. Eşiyle ve çocuklarıyla birlikte rahatça geçinip gidiyorlardı. Ama şöyle bir hayatına baktığında sürekli bir koşturmaca, yetişmeye çalışma, bitmeyen işler… Ve yorgunluk. Kısır bir döngü oluşmuştu sanki. Ev, iş, çocuklar… Hayatı bu döngüden ibaret olmuştu. Nasıl kıracağını bilmiyordu bu döngüyü. Azıcık bir şeyler aksayacak olsa her şey birbirine giriyordu. Ne ilginçtir ki çevresindekilerden de benzer şeyler duyuyordu. Herkes yetişmeye çalışıyordu bir yerlere, bir şeylere… Herkes bir koşturmacanın içindeydi ve yorgundu…

Eski günleri düşündüğünde, çocukluğunda zaman geçmek bilmezdi sanki. Mahallede her yaştan çocuk akşam ezanına kadar sokakta oyunlar oynar, eve gelince tüm gün oyun oynamanın verdiği keyifli bir yorgunlukla rahatça uykuya dalardı. Onlar oyun oynarken anneler de sokakta oturur, sohbet eder keyifle demledikleri çayı içerlerdi. Acıkınca ekmek arası yedikleri peynir, zeytin nasılda lezzetli olurdu. Akşam babasının işten eve gelmesini dört gözle beklerdi. Babası eve gelince her şey tam olurdu sanki. Birlikte annesinin yaptığı lezzetli yemekleri yemek, aynı sofrada birlikte olmak paha biçilmezdi.

Ne çok şey vardı eskiye dair özlem duyduğu… Eski ramazanlar nasıl da güzeldi. Sahurda davulcunun sesiyle mahallede evlerin ışıkları bir bir yanardı. Ev halkı olarak birlikte uyanıp sahurlarını yaparlardı. İftara doğru evdeki yemek kokuları dayanılmaz bir hal alır, dakikaları sayarlardı. İftar saatine yakın komşudan gelecek bir kap yemek merakla beklenirdi, acaba ne gelecekti bu akşam komşudan? Gelen bir kap yemek sofrada yerini alır, akşam ezanıyla birlikte orucunu tamamlamanın verdiği huzur ile şükrederek açılırdı oruçlar. Ezanın yanı sıra top sesini duymaya çalışmanın keyfi de bir başkaydı.

Ya bayramlar… Tam bir bayramdı çocukluğunun bayramları. Günler sayılırdı ne zaman gelecek diye, bayram gibi bayram olurdu o gün geldiğinde. Evde hazırlıklar yapılır, bayramlıklar özenle hazırlanırdı. Bayram temizliği yapılır,  gelecek misafirlere özenle ikramlar hazırlanırdı. Mahallede kapı kapı dolaşıp büyüklerin elleri öpülür, şeker kolonya ikramıyla karşılanırlardı. Bayram harçlığı almak ise çok kıymetliydi. "Ah o eskinin bayramları, nasıl özlem duymaz ki insan o günlere?" diye iç geçirdi Nesrin.

Güzel günlerdi… Arkadaşlıklar, komşuluklar, akrabalık, kardeşlik, aile… hepsi bambaşkaydı. Güven vardı insanlar arasında, bilirdi insan sıkışınca yardımına koşacak birilerinin olduğunu. Yardımlaşmak, ihtiyaç görmek ve ihtiyacının görüleceğini bilmenin verdiği güven, huzur başka hiç bir şeyde yoktu. Büyüklere saygıyı, hürmeti öğretirdi aileler çocuklarına, kıymetliydi evin yaşlıları. Yaşlılar da eski günlerden bahsederdi o zamanlar, onlarda kendi özlemlerini paylaşırlardı. Dedesinden çokça duyardı “Ah o eski bayramlar nerde?” diye. Şimdilerde kendi söyler olmuştu Ah o eski bayramlar nerde?”

Aslında çok da değil yirmi beş, otuz yıl öncesiydi çocukluğu. Peki, bu kadar zamanda bunca şeyin değişimi nasıl olmuştu? İmkânlar artmıştı ve insanların daha rahat bir yaşamı vardı eskiye göre ama tat yoktu, keyif yoktu. İnsanlar keyif alabilmek için tüketimin peşinden koşup duruyordu. Alışveriş merkezleri insanlarla doluydu. İhtiyacım mı, değil mi? diye bakmadan alışverişler yapılıyor, mutlu olmaya çalışılıyordu. Sık sık eve yeni bir eşya giriyor, yeni çıkan ürünler evlerde yerini alıyordu hemen. Tatil planları, daha büyük bir ev, arabanın daha üst modeli, gidilen lüks mekânlar, son model telefonlar, teknolojik aletler… Lakin tüm bunlar anlık mutluluklardı.  İnsan sahtenin peşinde, tükettikçe tüketiyor mutlu olacağını sanıyordu. Sahte ile gerçek iyice birbirine karışmıştı…

İnsanların imkânları artmıştı ama gerçekten uzaklaşmışlardı. Sahtenin ardında bir tüketim toplumu haline gelinmişti. Tüketim toplumunun dayatması ile insanlar oradan oraya koşturuyor ama yetişemiyordu ve bu döngüden çıkmaya çalışmak gerçekten zorluyordu. Herkes yoğun, herkes yorgundu. Bunları düşünürken yaşadıklarını daha iyi anlamaya başladı Nesrin. “Basit yaşamalı” diye düşündü. Mutlu olmak için bunca kargaşaya, koşturmaya hiç gerek yoktu aslında. İnsan sürekli imkânlarını artırmaya çalışmadan, sürekli bir şeylere sahip olmak için çabalamadan, sahip olduklarıyla mutlu olabilirdi. Bu döngüyü kırmak mümkündü ama görebilene, yaşadıklarını irdeleyebilene...

Her şey çok daha güzel olabilirdi, tıpkı eski günlerde olduğu gibi…

O zaman her yolun atılan o ilk adımla başladığı gibi, Nesrin’ de başlamaya karar verdi. Bu karar ile birlikte üzerinden ağır bir yük kalkmıştı sanki. Hafiflediğini hissetti. Bir kez daha anladı ki insan kendi yapıp ettiklerinin sonucunu yaşıyordu. İrdeleyerek doğru sebepler oluşturmaya çalışmaktı yapılması gereken… Doğru sebepler oluşturarak doğru sonuçlar yaşamak için çabalamak ne kıymetliydi. Dalıp durduğu o eski günleri düşünürken güzel çıkarımlar yapmıştı kendine. Geçmişe, o güzel günlere gülümsedi ve uzun zamandır hissetmediği umutla geleceğe, gelecek güzel günlere baktı. Doğru adımlar atmaya, doğru sebepler oluşturmaya hazırdı.

...

İnsanların çoğu, imkânlarını artırarak mutlu olacağını zanneder. İmkânlar arttıkça insanların mutlu olacağını sanması ne büyük yanılgıdır. Aslında herkes kendi yapıp ettiğinin sonuçlarını yaşar, sonrada niye bu benim başıma geldi der. İnsan yaşadıklarını irdeleyerek çıkarımlar yapabilir, sahteyi ve gerçeği ayırt ederek, doğru sebepler oluşturarak daha doğru sonuçlar yaşayabilir.



Okumaya Devam Et

19 Aralık 2024 Perşembe

ANI YAŞAMAK MI?

Hayat çok garipti çoğu zaman.  İnsanın anlamaya çalışsa anlamakta zorlanacağı ancak anlamaya da çalışmadığı bir gariplik… İnsan kaptırıp gidiyordu yaşamaya, düşünmeden irdelemeden. Bu dünyaya neden gelmişti insan? Büyümek, yemek, içmek, meslek sahibi olmak, para kazanmak zamanı geldiğinde evlenmek, çocuk yapmak, sıradaki gibi yaşamak mı? Eğlenmek, anı yaşayıp keyif yapmak, zevk içerisinde bir hayat yaşamak mı? Ne için gelmiş olabilirdi ki insan bu dünyaya?

İnsan bu dünyaya neden geldiğini ne kadar düşünüyordu? Kaç insanın bir yaşam amacı vardı?

Etrafımıza baktığımızda dağlar, denizler, uçsuz bucaksız gökyüzü, çeşit çeşit kuşlar, böcekler, çiçekler, ağaçlar… Saymakta zorlanacağımız pek çok şey görürken ve tüm bunlar hiç aksamayan bir düzen içerisinde devam edip dururken insan ne kadar düşünüyor, akıl etmeye çalışıyordu?

Ne kadar normalleştirmiştik etrafımızdaki pek çok mucizeyi…

Hiç aksamadan güneşin her gün doğup batması, sonbaharda kuruyan sararan yaprak döken ağacın ilkbaharda canlanması, topraktaki ağacın çeşit çeşit meyve vermesi. Üstelik her birinin tadı, kokusu, dokusu, rengi bambaşka lezzetli meyveler… Yağmurun yağması ardından güneşin çıkması. Rengârenk çiçekler ve hepsinin görünüşü farklı ihtiyacı farklı. Kimi güneşi seviyor kimi gölgeyi, kimi daha az su istiyor, kimi daha çok…

Hepsi birer mucizeyken ne kadar da normalleştirmiştik etrafımızdaki bunca şeyi…

Tıpkı ölüm gibi, ölüm gerçeğini normalleştirdiğimiz gibi…

Doğan her canlının bir sonu vardı. Hepimiz öleceğimizi bilirken, üstelik ölümle her an dip dibe yaşarken, bunun ne kadar farkındaydık? Ne kadar farkında gibi yaşıyorduk?

Oysa ne deniyordu? "Tadını çıkar, anı yaşa, düşünme kafana takma, ye iç eğlen…" Bunun için gelmiş olabilir mi insan dünyaya? Bu muhteşem dizayn, normalleştirdiğimiz mucizeler, hiç aksamayan bir düzen… İnsanın amacı keyifli bir hayat yaşayıp yiyip, sürekli eğlenerek bu dünyadan ayrılmak olamazdı. Ama düşünmüyordu ki insan.

Ve yine gariptir ki doğan her canlının öleceğini bilen insan, bir yakınını kaybettiğinde bir ölümle karşılaştığında büyük tepkiler veriyor ve durumu kabullenmekte zorlanıyordu. Hâlbuki her doğan canlı bir gün ölmeyecek miydi? Hepimizi bekleyen son belli değil miydi? Neden ölümle karşılaştığında beklenmedik bir şey ile karşılaşmış gibi davranıyordu insan?

Bu hayattaki en gerçek şey ne diye sorsalar, “Doğan her canlının öleceği!” en doğru cevap olurdu sanki.

İnsana baktığımızda her an ölebileceğini bu dünyadaki yaşamının sonlanacağını bilirken, ölüme bu kadar yakın yaşarken; dünyaya, hayata kendisini nasıl kaptırdığını görmek şaşırtıcı değil miydi?

İnsan istekleri olan bir canlıydı. Ancak insanların büyük bir çoğunluğunun istekleri bu dünya ile ilgiliydi. Daha fazla kazanmak, evim olsun, arabam olsun, tatilde şuraya gideyim, daha çok arkadaşım olsun, daha güzel daha yakışıklı olmayım diye gösterilen çabalar…  İstekler, istekler…

Oysa insan sahip olmaya çalıştıklarının bir anda nasıl yitirilebildiğini görüyordu da, sahip olmaya çalışmasının ne kadar anlamsız olduğu gösteriliyordu ona. Görse de yine bildiği gibi yaşamaya devam ediyordu, gördüklerini bir kenara bırakıp kaldığı yerden yaşamaya…

Birkaç saniyelik bir sarsıntı, şiddetli bir deprem, yitirilen hayatlar, kaybedilen yakınlar, tüm sahip olduklarının bir anda kaybedilmesi… Onca sahip olunanın bir anda hiçbir anlamının kalmaması… Savaşlar, her şeyini yitiren onca insan, yapılan zulüm, evinden yurdundan olan insanlar, zulme seyirci kalan insanlık… Şiddet, cinayetler, kazalar, kaybedilenler…

İnsanın gördüğü pek çok şey varken, görmemişcesine yaşamaya devam etmesi… Düşünmemesi, irdelememesi… İsteklerinin peşinden koşmaya devam etmesi… Yaşananlardan, yaşadıklarından kendisine çıkarım yapmaması…

 

İnsanın bir yaşam amacı olmalıydı. Bu muhteşem dizayn içerisinde yaşarken, isteklerinin peşinden koşmak olmamalıydı amacı. Anlık zevkler ile geçmemeliydi ömür. Düşünmeliydi bu dünyaya neden gelmiş olabileceğini. Bir yön belirlemeliydi kendine, bir hedef koymalı ve o hedefe doğru ilerlemeliydi. Hedefi için çabalamalı, hayatının bir anlamı olmalıydı. 

Keyifte olmalıydı hayatının içinde ama tek amaç keyif olmamalıydı. Keyfin peşinden koşarak geçirmemeliydi hayatını. En önemlisi de her an kendisine tanınan sürenin bitebileceği gerçeğini unutmadan yaşamaya devam etmeliydi.

Düşünmeliydi insan, irdelemeli, görünenin arkasındakini de görmeye çalışmalıydı. Bunun içinde akletmeliydi…

 

 

 


 

 

Okumaya Devam Et

17 Aralık 2024 Salı

İHTİYACIM OLAN ŞEY, GERÇEK

Bir yaz sabahı gözlerinizi açtığınızda etrafın karla kaplı olduğunu görseniz ne yapardınız?

Sokağa çıktınız işe gideceksiniz, ilerleyemiyorsunuz, trafik kilit olmuş...

Sonra bir baktınız elma ağacı karpuz, armut ağacı ise çilek vermiş.

Şaşkınlık içinde ilerlerken kedinin havladığını, köpeğin ise havada uçtuğunu görüyorsunuz…

Yaz gününde kar, ağaçta karpuz, kedinin havlaması, köpeğin uçması…

Ben neredeyim? Kesin rüyadayım bunlar gerçek olamazzzzz!!! 

diye düşünür değil mi insan? Bu işin gerçeği ne diye merak eder. Hayatı boyunca gerçeği merak ettiği gibi...

Gerçek; zamana, olaylara ve kişilere göre değişkenlik göstermez. Tutarlılık sayesinde bir düzen oluşur.  Güneşin doğması, batması ve mevsimlerin oluşması hep bir düzen içindedir. Bir gün yaz, bir gün kışı yaşamaz insan. Ya da bir elma ağacı yalnızca elma verir. Kışın hava soğuk olur, kar yağar. Yazlar ise güneşli ve sıcak olur. Doğadaki bu tutarlılık sayesinde insan kaostan kurtulur. Neyi ne zaman yapacağını öngörebilir hale gelir. Bu durum onun hayatını kolaylaştırır.

Hangi tohum hangi toprakta yetişir, hangi mevsimde ne tür sebze, meyve olur? Bunların hepsini insan tutarlılık sayesinde öğrenir. Öğrendikçe gerçekliği içine aldığı için yaşam kalitesi her geçen gün artmaya başlar. Yaratılan şeyler her gün farklı bir biçimde insanın karşısına çıkmış olsaydı, insan nerede hangi davranışı sergileyeceğini öğrenemezdi. Gerçeklik ihtiyacı yalnızca yediğinde içtiklerinde değil aynı zamanda davranışları için de geçerlidir insanın. Gerçek, insanda güven oluşturur. Karşıdaki kişinin davranışlarına göre, olaylar ve kişilere göre, verdiği tepkilere göre onun ne kadar gerçekçi olduğunu da anlaşılır.

Bir kimse hastalandığında onu hasta eden şeyin ne olduğunu bilmek ne kadar kıymetlidir değil mi? Hastalığı bilindiğinde doğru tedavi uygulamak kolaylaşır. Hastalığının ne olduğu anlaşılamadığında ona uygulanacak tedavi kişiyi daha çok hasta etmekten öteye geçmeyecektir. İnsan gerçeği ne kadar iyi bilir ve onu hayatına alabilirse gerçeğe o kadar çok uyumlanabilir. Bu uyumdaki kişilerin aldığı kararlar ve yaptığı davranışlar daha isabetli ve hedefine uygun olur. Diğer türlü yanlış stratejiler uygulayarak yaşamını zora sokar. 

Kimi zaman olur ya hani... Kapalı bir mekana gider insan. Dışarıdaki hava soğuk olduğunda içeride ısıtma vardır diye düşünür. Mekana girdiğinde içerisinin tahmininden daha serin olması onu şaşırtır... Keşke daha kalın giyinseydim sitemleri olur... Bu soğuk havada neden ısıtmamış içerisini hasta olacağız gibi gibi bir çok söylem... İçerideki hava dışarıdaki gerçeklikle uyumsuz olduğunda,  belki de bir daha tercih edilmeyecek bir mekan haline geliverir orası... Ya da tekrar gideceğinde ne giyeceğimizi bilemiyoruz ki düşünceleri... Çok basit bir konuda dahi insanı karmakarışık eden bir durum...

İşte o armut ağacı, bazen armut, bazen çilek verseydi... İnsanın kafası pek karışık olurdu...  Bir gün yaz bir gün kış... Güneşin ne zaman doğacağı belli olmasaydı ya da ne zaman batacağı... Bir gün sevdiğini söyleseydi mesela biri, bir gün selam vermeseydi... Karışık olurdu elbette ilişkiler, insanlar... Hem de karmakarışık... Bu yüzden insanın ihtiyacı olan şey, gerçek!

Peki ne yapardı insan o karmaşada? 

Gerçeğini bilmediği bir şeye ne kadar uyumlanabilirdi? 

Gerçeğini bilmediği bir şeye nasıl sabır gösterebilirdi? 

Gerçeğini bilmediği problemi insan, nasıl çözebilirdi?





 

 

 

 

Okumaya Devam Et