30 Kasım 2024 Cumartesi

YAŞANMIŞLIK MI? DENEYİM Mi?

Bir ömrü tüketiyoruz inişli çıkışlı, düşe kalka debelenmelerle. Günler birbiri ardını kovalarken yaşadım diyoruz, yaşadım... Ama hakkını verebiliyor muyuz yaşamın? Yaşam, sebeplerle döşenmiş bir yoldur. Attığımız her bir adım bir başka adımı doğurur. Yaptığımız her bir seçim yeni bir yola giriş ve bir başka yoldan vazgeçiştir. Bu yüzden insan seçimlerini doğru ve güzel olanlardan yana yapmalıdır. Bir çiçeğin toprağa kök salıp tomurcuklanması gibi... Doğru zamanda, doğru yerde ve doğru hamlelerde bulunmalıdır insan. Önce doğru toprağı bulup kök salmalı, sonra ise çiçeklenip bulunduğu yeri güzelleştirebilmelidir. Bunun içinse bilmelidir insan, hangi çiçeğin hangi toprağa ekileceğini. Her çiçek, her toprakta açmaz ki...”

Eline aldığı kitapta bu yazıyı okuyunca içinde bir sızı hissetti Melis. Ne kadar doğru bir söz; “Her çiçek, her toprakta açmaz.” Yıllardır olduramadıkları, boşa giden çabaları, takdir görme isteği, birilerinin onun fedakarlıklarını anlaması için beyhude geçen bir ömürdü onun ki. Geçmişinde yaşadıklarından ders almadan, sadece daha fazla ne yapabilirime odaklandığı, o toprağa hiç bir zaman tutunamayacak olanı zorla yeşertmeye çalıştığı bir hayat... Ve sonunda yalnızlığı ile baş başa kaldı. Artık bu böyle gitmez dediği anda başladı Melis’ in değişim süreci. Bir çıkış yolu olmalıydı. “Bu hayat böyle gitmeyecek artık!” dedi. İlk defa kendi ile ilgili bir konuda bu kadar net davranabilmişti. Hayatında bir şeylerin doğru gitmediğinin farkındaydı. Ama ne yapacağını bilemiyordu. “Buna bir çözüm bulmalıyım. Bir yolu olmalı. Benim yaşadığım şeyleri yaşayan başka insanlar da olmalı...” dedi Melis. Artık emindi, değişecek dönüşecekti, ama nasıl? “Ne yapmalıyım?” diye düşündü ve araştırmaya başladı.

Bir gün bir arkadaşının seminerlere katıldığını duyunca kendisi de katılsa nasıl olur diye düşünmeye başladı. Aslında Melis hemen her şeye atılan biriydi, girişkendi. Ama bu seminere katılma kararını öyle hemen veremedi. Maddi ve manevi zorluklar içinde olması buna etkendi. Arkadaşı sorunca ne zaman katılacağını, biraz mahcup cevap verdi. “Maddi olarak beni zorlayacak gibi...” Arkadaşı yardımcı olabileceğini söyleyince mutlu oldu Melis. “Hayatında bugüne kadar sürekli başkaları için bir şeyler yaptın. Şimdi ilk defa kendin için bir şey yapacaksın. Ve ben gerçekten bu konuda sana sonuna kadar destek olmaya razıyım...” Bu cümleler Melis’in karar vermesini hızlandırmış oldu, sonunda karar verdi ve gitti…

O gün seminerde duyduklarından çok etkilenmişti. İnsanlara karşı neden hayır diyemediğinin, fedakârlık zannettiği şeylerin taviz olduğunu duyunca kafası rahatlamıştı sanki. “Biliyordum sadece ben değilim böyle” diyordu içinden. Tamam bunları duymak iyiydi ama peki nasıl toparlanacaktı? Seminer devam ettikçe bunlara ait stratejileri de duymaya başladı. “Şimdi oldu!” dedi içinden. “Aradığımı buldum!” Bazı anlarda canı yansa da sebebini ve bunun nereye varacağını bilmek rahatlatmıştı onu…

Günler günleri kovaladı…

Melis hayatını yeniden dizayn ediyordu. Geçmişteki yaşadıklarını hatırladıkça yarınlarıyla ilgili başarıya ulaşacağı noktaları da görüyordu. Alışkanlıklarından vazgeçmek kolay değildi, canı acıyor olsa da bir taraftan da dönüşümünü hissettikçe mutlu oluyordu. “Dur demeyi bilmek de çok büyük bir konformuş.” diye düşündü. Artık olur olmadık kişiler hayatına karışamıyordu ama değişim kolay olmamıştı.

Aslında değişimin kolay olacağını düşünmek miydi insanı yanıltan?

Öyle ya bir tırtıl kelebeğe dönüşmeden önce sabırla ilmek ilmek örmüyor muydu kozasını? 

Sabırla beklemiyor muydu kozasında? Onca çabadan bekleyişten sonra geliyordu değişim ve muhteşem bir kelebeğe dönüşüyordu.

İnsanın değişimi de kolay değildi, lakin insan aceleciydi, bir an önce olsun istiyordu. Melis'inde sancılı bir sürecin sonunda olmuştu değişimi. Küçük küçük adımlarla başlamış ama belli bir yol alabilmişti. Dikiz aynasından arkaya bakmadan, yolunda ilerlemesi gerektiğini biliyordu artık. Sadece, yarınlarında aynı hataları yapmamak için ders çıkarması gerektiğinde bakacaktı geriye, zaman zaman...


Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; deneyim transferi insanın hayatında konfor sağlayan bir yöntemdir. İnsanın kendi yaşadıklarından, başkalarından ve doğadan deneyim transferi yapması gerekir. Geçmişte yapılanlar ancak bir deneyime döndüğü zaman hayatına olumlu bir katkı sağlar. Yoksa sadece yaşanmışlıklar, acılar, pişmanlıklar olarak kalır… İşte bu yüzden yeni bir adım atarken elbette arkaya bakacak insan ama “Ne yaptım da ne oldu? Ne yapmadım da ne oldu?” diyerek, yaşadıklarından yarınını daha iyi bir güne dönüştürecek dersler çıkararak bakacak. O zaman o deneyimlerin her biri gidilen yola ışık tutan birer fener olmaya başlar. Diğer türlü insan çok şey yaşamış olsa da, o yaşananlar insanı dününden daha iyi yapacak stratejiyi vermedikçe, birer yük olur omuzlarında.

Melis’inkiler yaşanmışlık değildi artık, yük olmaktan çıkmış deneyime dönmüştü. Bugüne kadar yaşadığı hemen hemen her olaydan çıkardığı dersler olmuştu bu seminerden sonra. Ve hem kendi yaşantısından, hem başkalarının yaşantısından, hem de dünya üzerindeki varlıklardan deneyim transferi alarak hayatını sürdürmek, onun yaşam stili oldu. O günlerde okuduğu kitaptaki paragraf geliyordu sürekli  aklına. “Yaptığımız her bir seçim yeni bir yola giriş ve bir başka yoldan vazgeçiştir. Bu yüzden insan seçimlerini doğru ve güzel olanlardan yana yapmalıdır.”    

O seminerde bulduğu çıkış yoluyla yaptığı seçimlere şükrederken, “keşke herkes doğru ve güzel seçimleri yapmanın stratejilerini öğrense...” diye dua etmeyi ihmal etmiyordu.




 

Okumaya Devam Et

28 Kasım 2024 Perşembe

KALEM

Bir kalemi olmalı insanın,

Çevresine fayda verecek bilgileri yazabildiği…

Bir kalemi olmalı insanın,

Yazdıklarının soluksuz okunabileceği,

Anlattığında; anlattığı kişinin de yazmak isteyeceği…
 
Bir kalemi olmalı insanın,

Dününden geleni, geleceğe transfer ettiği,

Dünün hatalarını toparlayarak yarının inşa edildiğini anlattığı…

Bir kalemi olmalı insanın,

Yeryüzündeki denizleri mürekkep,

Ağaçları kalem yapsa da, anlatmaya yetmeyen bir ilmin varlığını aktardığı…
 
Bir kalemi olmalı insanın,

Zulme karşı zalimi anlattığı,

Özgürce gerçekleri anlattığı,

Zalimin zulmunü dünyaya aktardığı…

 

Bir kalemi olmalı insanın,

Az kelimeyle çok şeyi anlattığı,

Her seferinde tek bir yere vardığı…

Bir kalemi olmalı insanın,

O kalemi oynatacak emeklerin ödendiği...

Bir kalemi olmalı insanın,

Siyahtan sakındıran, beyaza vardıran,

Bir kalemi olmalı insanın,

Her kelimesi gerçeği anlatan ve o gerçeğe ulaştıran…







Okumaya Devam Et

26 Kasım 2024 Salı

HEP Mİ BENİ BULUR?


Lavabo yine tıkanmıştı, ne yaptıysa açılmadı. Esra’nın canı iyice sıkılmıştı. Akşama yemeğe misafir gelecekti. Aksilikler üst üste geliyordu. Neye elini atsa, elinde patlıyordu. 

Tıpkı işteki sorun gibi. Bir önceki işinden de bu sebepten ayrılmıştı. Müdürü Ayşin ile frekansları tutmamıştı. Müdür olmuş ama iyi bir yönetici olamamıştı. Çalışana baskı, baskı nereye kadar. Basbayağı mobing vardı iş yerinde. İşi iyiydi aslında. Ayşin hanımın baskısı olmasaydı, ayrılmasına da gerek kalmazdı. Arkadaşlarını, ortamı seviyordu. Herkese kendini sevindirmişti. Bir müdiresine sevdirememişti kendini. Ne olabilirdi ki? Rapor geç hazırlansa, satışın kontrolünü geç yapsa, ne kadar etkilenebilirdi ki diğer departmanlar? Yani kıyamet mi kopardı sanki, hep bir abartıyordu Ayşin hanım. Kim bilecekti ki? Patrona kim söyleyecekti? Ayşin Hanımdan başkası söylemeyeceğine göre. O da söylemese ne olurdu diye düşündü Esra. 

Ayşin Hanım çalışma düzeni konusunda da uyarıyordu. “Neymiş fazla molaya çıkıyormuşum. Tabii kendisi sigara içmediği için sigara içen halinden anlamıyor. Başıma vurdu mu çıkmam lazım, bir nefes çekmem lazım. Ay ben kural, kural… düzen, düzen… Bu kadar sıkıya gelemem yani. Askeri kamp mübarek. Amaannn iyi ki de işi bıraktım,” diye kendi kendine konuşuyordu. Bir yandan da pompayla tıkanmış olan lavaboyu açmaya çalışıyordu Esra. 

İstifasını verdiği gün geldi aklına. “Nasıl da şaşırmıştı Ayşin Hanım? İstifa etmemi hiç beklemiyordu sanki. Bir, bir buçuk ay işsiz kaldım ama çok da sıkıntı olmadı. Aman canım o kadar da olacak. Ne işe yarıyor kocam? Evine de bakıversin artık.” diye düşündü.  Gerçi adamın hakkını da yememek lazım. Bir günden bir güne çalış dememişti Esra’ya. “Allah bereketini verir” derdi hep. Ama Esra, kayınvalidesi ve eltisiyle bir türlü yıldızı barışmadığı için çalışmayı çözüm olarak görmüştü. Ama insan hangi problemden kaçarsa, onun artı biriyle karşılaşıyor. Ayşin Hanım, kayınvalidesinden beter çıkmıştı. Otoriterdi. İş yerinde uyulması gereken kuralları vardı. Esra o kuralları uygulamakta zorlanıyordu. Onun da kendince bir düzeni, bir çalışma sistemi vardı yani. O dağınıklığın içinde o her şeyin yerini bilirdi. Ayşin Hanım  bunu anlamıyordu. 

Kayınvalidesi de öyleydi. Esra’nın ev düzenini, evi temizleme, iş yapma şeklini anlamıyordu bir türlü. “Aman  geldi geçti” dedi içinden.

Lavabo epey uğraştırmıştı Esra’yı. Açılacak gibi görünüyor ama biraz daha uğraşmak lazımdı. Esra bir lavabo için bu kadar uğraşırken, neden işteki problemlerini çözmek için uğraşmıyordu?  Yeni girdiği işte de sıkıntısı vardı. Gerçi deneme süresindeydi. Müdürü iyi bir adama benziyordu, pek etliye sütlüye karışmayan cinsten. Ama patronu Meri Hanım, Ayşin Hanım’dan da beter çıkmıştı. İşe yeni girmişti. Eski iş yerindeki arkadaşlarına, ailesine, tanıdığı herkese haber vermişti. O yüzden hemen işten ayrılamazdı. Sonra ne derlerdi? “Her yerde mi problem olur? Herkes kötü de, bir tek sen mi iyisin Esra, demezler miydi? Yok, yok işin ucunda rezil olmak var. Esra yapamadı dedirtmem, mecburen işime odaklanmam gerekiyor.”

Aklına Ayşin Hanımın söyledikleri geldi. “İşinizi iyi yapın, işinize odaklanın, vaktinde yapın." Şimdi yeni işinde Ayşin Hanım’ın söylediklerini yapmaya çalışıyordu. Zamanında Ayşin Hanım’ı dinlememişti ama şimdi söylediklerini iş yerinde uygulamaya çalışıyordu. Yani “Bugün işim yetişmedi yarın yaparım,” diyerek ötelediği birçok işten çok sıkıntı yaşamıştı eski işinde. Şimdi sıkıntı yaşamamak için işlerini günü gününe yapmaya çalışıyordu. Her ne kadar “Kimse bana işimi öğretemez” diyerek istifasını bassa da, bu kadar sık iş değiştirmek de iyi değildi. Sabretmesi gerekiyordu.

Bunları düşünürken bir yandan da lavaboyu açmaya devam ediyordu. “Hay Allah! Ne yapsam acaba? Usta mı çağırsam, yoksa lavabo açıcı mı döksem?” Yine aynı şeyi yaptığını fark etti. Çözümü dış dünyadan arayıp kolaya kaçıyordu. Bütün problemlerin en büyük sebebi bu galiba diye düşündü. Giderdeki tıkanıklığı nasıl açarım, diye dert edinirken, hayatındaki tıkanıklıkları nasıl açacağını hiç düşünmemişti.

Kendisiyle yüzleşince canını yakmıştı Esra’nın. Acaba Ayşin Hanım'a haksızlık mı etmişti? Kayınvalidesi de aslında kötü bir insan değildi. Eltisini düşündü… Onun da bir yanlışı olmamıştı aslında. Biraz durgun, soğuk mizaçlı biri sadece. Böyle, evine çat kapı misafir gelinmesinden hoşlanmıyordu ve bunu da dile getirmişti. Esra bu durumdan rahatsız oluyordu.“Amaannn, soğuk nevale, ne görüşeceğim,” diyerek, aile toplantıları dışında bir araya gelmezdi. 

Ne yapmalıyım acaba? diye kendine sorarken, tıkanık olan lavabo birden açıldı. Sevinçle “Oleyy, bu lavaboyu nasıl açtıysam, ilişkilerimdeki tıkanıklıkları da açabilirim,” dedi kendi kedine. Evet, şimdi problemlerini çözmek için doğru sebepler oluşturmanın vakti gelmişti. Heyecanla, “Samet! Telefonumu getirir misin?” diye oğluna seslendi. Kayınvalidesini ve eltisini arayarak akşam yemeğine davet etti. Keyifli geçen konuşmanın ardından, kendini epeydir hissetmediği kadar rahat hissetmişti.



 

 


Okumaya Devam Et

23 Kasım 2024 Cumartesi

İLK ÖĞRETMENİM

İlk Öğretmenim

Yağmur damlaların cama çarptığı için çıkardığı sesin kendisine huzur verdiğini yeni fark etti Zeliha. Dışarıya baktı... Mevsimin ağaçlardaki renklerle oynaması ile ortaya çıkan renklerin uyumu tam sonbahar havasına uygundu. Sarı, yeşil, kahverengi, bordo renklerinin görsel güzelliğini kendi dolabındaki kıyafetlerine de transfer edebileceği fikri geldi aklına. Doğadaki ses uyumu, görsel uyum, yağmurdan sonra oluşan toprak kokusunun uyumu ne kadar da kusursuzdu... Doğayı izleyerek kendi hayatına geçirebileceğini düşününce “Niye daha önce bu hiç aklıma gelmedi” dedi içinden. 

Dışarıyı seyrederken, o yağmurlu havanın serinliği sınıfını kaplamıştı. “Öğretmenim çok üşüdük. Camı kapatınnn.” Zeliha yağmur havasının sınıfa ve öğrencilere temas etmesini istemişti. Ne zaman yağmur yağsa hemen pencereyi açardı. Yağmurun getirdiği havanın ayrı bir temizleme özelliği vardı sanki. Ve Zeliha öğrencilerinin ihtiyacını önemsediği için ve  onlara yağmur havasını içlerine çekmesi için açmıştı pencereyi. Öğrenciler anlam verememişti üşümüşlerdi ama Zeliha onların bilmediğini biliyordu. O yüzden anne-babalar çocuklarını öğretmenlere emanet eder ya...

Zeliha öğrencilerine bakarken aklına hayatında kendisine yol gösteren ilk öğretmenleri geldi. İlkokul öğretmeni bir taneydi tabii... Ama Zeliha’nın hayat serüveninde gerçeklerle karşılaşmasına vesile olan ilk zamanları vardı. Mesela öğretmen olma hedefini ilk okul öğretmeni Necla öğretmen sayesinde olmuştu. Onun ve arkadaşlarının kalbine girmesi, müfredatı anlatmanın yanı sıra hayatın içinden gerçekleri anlatması Zeliha'nın üzerinde etkisi çoktu. Bu nedenle Zeliha  da hayata adım atmaya hazırlanan küçük çocukların kalbine bu şekilde girmeye karar verdi. Öyle ki Necla Öğretmeni ne yaparsa aynısını Zeliha da yapardı. Öğretmeni gibi giyinir, onun konuştuklarını evde hayali öğrencilerine anlatırdı. Necla öğretmen hep orta yollu giyinen ve sakin sakin ve gerçekleri konuşan biriydi. Aşırılıkları yoktu. Necla Öğretmen Zeliha’nın idolü olarak geleceği hakkında yönü için ilk tohumları atmıştı. 

Ortaokulda ise Âdem öğretmeni ona ve arkadaşlarına hayatın gerçeklerini anlatmaya devam etti. Necla Öğretmenden anlaşarak devralmış gibiydi. Zeliha’ya seçimlerini doğru yapması konusunda hatırlatmalar yapar ve geri çekilirdi. Ve böylelikle ikinci tohumu atıp Zeliha’yı ilk gençlik ve hayat stilini seçmeye destek olacak bir öğretmen olmuştu Âdem Öğretmen. 

Zeliha’nın lise hayatında ise Ahmet Hoca onun hayat stili seçmesinde gerçekleri gösterdi. Gençlik zamanı isteklerin peşinden koşma zamanıydı. Her türlü çılgınlıkları yapma isteği oluyordu Zeliha’da. Okuldan kaçmak ve dışarıda gezmek istiyordu ve erkek arkadaşı olmasını istiyordu. Ahmet Hoca lise öğretmeni olduğu için gençleri iyi tanıyordu ve onlara bu yaşın sorumluluklarını hatırlattı ve bizi yaratanın bizden beklentilerini ve neyin ne zaman olacağını anlattığında Zeliha ne okuldan kaçmak istedi ne de erkek arkadaşı olsun istedi. Çünkü eğer o isteklerinin peşinden koşarsa gelecekte pişman olabilirdi.  “Beni var edenin benden bekledikleri muhakkak benim faydama.” diye düşündü Zeliha. Ahmet öğretmen sebep-sonuç ilişkisi kurarak geçmişe ve geleceğe giderek öğrencilerin ve Zeliha’nın kalbine gerçeği yerleştirmişti. 

Zeliha üçüncü tohumu da aldıktan sonra artık ilk yetişkinlik döneminin çizgisini seçimleri belirleyecekti ve Zeliha’nın yine yol gösterene ihtiyacı vardı bu ihtiyacından habersiz. Ama onun bu ihtiyacını bilen ve onu yetiştiren vardı. Üniversite hayatında bir öğretmen vardı ki Zeliha’ya ve arkadaşlarına yetişkinliğin ve seçimlerin normale ve anormale göre değil de gerçeğe göre olmasını hayattan yaşayan insanları örnek gösteriyordu. Zeliha ve arkadaşları için bu çok farklı bir öğretmendi. Bildiği doğrular ve yanlışlar tamamen değişmişti. Kendi doğasına, kadın olma rolüne sahip çıkması gerektiğini öğrendi üniversitedeki hocası Ayşe Hoca’dan.  Ayşe hoca onlara hayatta kendi yaradılışına uygun meslek edinme ve evlilikteki hak ve sorumluluklarındaki gerçekliği anlatmıştı.

İlk Öğretmenim

Zeliha böyle böyle yetişmişti işte…

Kendi ilklerini oluşturan öğretmenlerinden öğrendiklerini hayatına geçirmiş ve hayatının kaliteli olduğunu gördüğünde o anlatılanlar Zeliha’nın inancı olmuştu. Hayatındaki farklılığı gördükçe ve öğretmenleri aklına geldikçe “O öğretmenlerin hayatımdaki rolü doğru ve güzel bir yerdeydi. İşte benim de rolüm böyle olmalı” dedi.  Öğretmen olduğu yerde de evlat olduğu yerde de arkadaş olduğu yerde de rolü insanları kıymetlendiren bir insan olma yönünde oldu. İnsanları kıymetlendirmek ve değerini arttırma gibi güzel rol olabilir miydi? Ya insanları yanlış seçim yapmasına vesile olan, doğru ve güzel olandan soğutan bir rolü olsaydı? Ne kadar kötü olurdu.

Çocukların ilklerini yaşatan öğretmenler yetiştirdiği meraklı kalplerin hayatında olumlu olumsuz etkiler oluşturur. Öğretmenlerin verdiği yön sayesinde seçtikleri yol yol ya çiçekli ya da karamsar olur. 

Ama en nihayetinde insanların okul serüveni bittiğinde öğrenme ve yetişme süreci bitmiyor. İnsanoğlunun bir öğretmeni var ki ömrünün tamamında bilmediğini güzelce öğretti. İnsanı var eden, seçimlerine saygı duyan ama doğru seçmesi için işaretleri gönderen O… Ve insanın en sevdiği öğretmeni. Hiç bırakmasını istemediği. Yalnız bırakmasını istemediği…

O var olduğumuzdan beri bize hayatı öğreten RABB’in... Ve karşımıza mesleği olsa da olmasa da öğretmen olan tüm öğretmenlerin günü kutlu olsun. 

Öğretmen her gün öğretmen… 

Öğrenmek bitmediği için öğretmek de bitmez…




Okumaya Devam Et

21 Kasım 2024 Perşembe

GERÇEĞE DAYANMAK

Gerçeğe Dayanmak

Okuduğu haberin etkisinde sinirle elindeki gazeteyi katlayıp köşe koydu Ali. Gözü pencereye ilişti, yürüdü. Dışarıda puslu bir hava vardı. Yağmur yağdı yağacaktı ama zaten üzerinde ansızın yağmura yakalanmanın verdiği bir ürperti vardı. Kafasında hep aynı sorular dönüp  duruyordu. "Bir insan böyle bir haberi nasıl yapabilir?" Bir halk bombalarla yok edilirken nasıl bunu yapanları haklı bulup alkışlıyorlar aklı almıyordu. 

Tüm bu yaşananlar gerçekten de gerçek miydi yoksa bir film sahnesinde miydi? 

Bu zulmü yapanlar gerçekten kendilerini haklı mı görüyorlar yani? 

Peki ya kınayanlar gerçekten mi kınıyorlardı yoksa kınamış olmak için mi?

Bu zulmü yapanlar ne kadar panikse zulme uğrayan bu insanlar ne kadar sakin. Gerçekten de onları bunca metanetli yapan şey ne? "Ne kadar da çok gerçekten dedim" diye geçirdi  içinden. Gerçekten, ne kadarda sık kullanıyoruz bu kelimeyi. Şaşırdığımızda, sevindiğimizde, üzüldüğümüzde, öfkelendiğimizde... Hep aynı soruyu farklı tonlamalarla soruyoruz. "Gerçekten mi?"

İnsanoğlu hep gerçeğe ulaşmak ister, tüm varoluş boyunca hep gerçeği arayıp durmuş. Çünkü herkesin gerçeğe ihtiyacı vardır. Öyle ki bu durum atasözlerine bile yansımış. "Dost acı söyler." Bazen en acı şeyleri bile duymak ister insan, yeter ki o şey gerçek olsun. "Acı ama gerçek" der kendini avutur. 

Gerçeğe sahip olmak güçlü kılar.  Suyunu ilmini, gerçekliğini bilen kişi okyanusları arşınlayacak gemiler tasarlar. Ticaretin gerçeğini bilen kişi doğru hamleler yapar. İnsanın gerçeğini bilen kişi doğru ilişkiler kurar.  Yağmur yağdığında yolların ıslanacağı gerçeğini bilen kişi paniklemez, önlemini alırda dışarı çıkar. Gerçeğe sahip olan mutlaka üstün oluyor o konuda. Ve tam zıddında gerçeğe sahip olmayan hüsrana uğruyor. Beyaz ayakkabısıyla yağmura yakalanan delikanlı gibi...

Gerçeğe Dayanmak

İnsanları metanetli yapan şey bir gerçeğe sahip olmalarıdır. Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?  İnsan bilmediği,  anlamadığı yerde panikliyor. Çocukken bir anlığına annesinin elini bırakıp kaybolması gibi... Bu zulmü yapanlar panikliyorlar aslında. Nasıl bunca yapılana rağmen Filistin halkının yıkılmadığını, vazgeçmediğini anlayamıyorlar. O insanlar ise sırtlarını gerçek olana dayadıkları için yıkılmıyorlar. Gerçek olanı bilmeyen nereden anlasın bu hali? Gerçek...

Ali’yi bir telefon müziği çıkardı düşünce deryasından. Arayan şu hayatta gerçek dostum dediği kişiydi. Gerçekti, çünkü tutarlıydı. Beraber iyi kötü günler geçirmişlerdi ve onun yapıp ettikleri hep birbiriyle tutarlıydı. Gerçek arkadaşıydı ve Ali'nin onunla konuşmaya şu an çok ihtiyacı vardı... 

 


 


 

Okumaya Devam Et

19 Kasım 2024 Salı

NEREDEN BİLEBİLİRDİ?

Nereden Bilebilirdi?

Aysun içi içine sığmayan heyecanıyla üniversiteye başlamıştı.  Neredeyse herkesin birbirini tanıdığı küçük bir kasabada büyümüş, üniversite için İstanbul'a gelmişti. "İşte!" diyordu "Şimdi oldu! Şimdi artık beni kimse tutamaz istediğimi yapmakta özgürüm zaten on sekiz yaşına da geçtim. Şimdi beni izlesinler." Otobüs şehir otogarına yaklaşırken Aysun'un içi kıpır kıpırdı. Ona göre istediği okulu kazanmış ve şimdi artık istediği her şeyi yapmakta özgürdü ve hayal ettiği şehir İstanbul'daydı. Ertesi gün yeni aldığı kıyafetleri giyip aynada dönüp dönüp kendine baktı ve "Haydi Aysun senin hayatın daha yeni başlıyor" dedi.

Üniversitenin ilk haftası gayet güzeldi herkesle tanıştı… Gayet sevecen ve sevimliydi… Kısa zamanda bir sürü arkadaşı olmuştu bile. Şimdi bir de İstanbul'u keşfetmesi için arkadaşa ihtiyacı vardı. Aysun kendisi gibi kasabadan gelenlerle değil de, daha hayatı zevk üzerine yaşayan kişilerle arkadaşlık etmeye bayılıyordu. Yaşamayı hak ettiği hayatın öyle bir hayat olduğuna inanıyordu. Zaman içinde kıyafetleri makyajı günbegün değişmeye başladı. Artık ailesinin gönderdiği paralar Aysun'un hiç bir isteğini gidermiyordu. Bir süre sonra hayatında hiç içmediği kötü alışkanlıklara başladı. Eğer bunları kullanmazsa kimsenin yanında yer edinemeyecekti.

Hayatı baştan sona sadece kısa bir süre içinde değişti de değişti… Aysun için her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu o yüzden hiç bir sıkıntı görünmüyordu. Birini çok beğenmişti ama çocuk zengin ve genelde hep partilerde takılıyordu. İşte şimdi partiye gitme zamanları başlamış oldu. Ne yaptı ne etti, tanıştı. O kişiyle sadece güzel bir ilişki yaşayacağını düşündü. Aysun'un düşüncesiyle, tanıştığı kişinin düşüncesi birbirinden tamamen farklıydı.

Gerçek Aysun'un ellerinden yavaş yavaş kaymaya başlamıştı. Üstünden zaman geçtikçe, erkekler tarafından terkedilen aldatılan bir kıza dönüşmüştü ki daha dönem sonu bile gelmemişti. Aysun İstanbul'a gelirken hiç de böyle düşünmemişti. İstanbul ona çok iyi gelecekti, kendisini geliştirecekti ama gerçek elinden alınmıştı. Şimdi kimse onun hayatını dününden iyi yapamazdı.

Nereden Bilebilirdi?

Aysun bir gün sabah okulda bir seminer gördü. Hayatında her şey ters gitmeye başlamıştı ama anlamlandıramıyordu. Bir şey vardı ama o neydi? Hiç gitmek istemedi seminere ama seminer afişinde "En büyük düşmanın aynadaki kişi olduğunu biliyor musunuz?" diyordu. "Nasıl böyle bir şey olabilir? Nasıl tüm yaşadıklarımın sorumlusu ben olabilirim?" dedi Aysun. "Resmen saçmalık!" 

Ama seminer saati gelince Aysun'u içinden bir şey durdurmadı ve Aysun o seminere katıldı… İşte o seminer Aysun için hayatının dönüm noktası oldu. Bin de bir karşısına çıkacak olan o an, onun sonsuza kadar hayatını değiştirecek, sakinleştirecek ve onu her şeye rağmen dününden daha mutlu edecek bilgilerle dolu bir kapının anahtarı gibiydi... O ana kadar Aysun, yaptığı her davranışla kendi ayaklarına çelme taktığını nereden bilebilirdi ki?

 


 

 

Okumaya Devam Et

16 Kasım 2024 Cumartesi

HANGİSİ İLKEL?

Hangisi İlkel?

Eylül ayında güzel bir sonbahar günüydü. Gökyüzü maviye bürünmüş, güneşin parlayan ışığı gözleri yakıyordu. Hafifçe tene değen rüzgâr esintisinin hoşluğu. Dışarda huzur veren bir hava. Zeynep ve Buse büyük bir gökdelenin bir ofis katında çalışan iki yakın arkadaştı. Dışardan bakıldığında katları ve yapısı ile “vay be, ne kadar büyük” dedirten o devası yapılar. Binanın açılan penceresi yoktu elbette olamazdı da zaten, otuz katlı bir gökdelen de nasıl olabilirdi? hiç güvenli olmazdı. Aynı zamanda pencereleri dışardan bakıldığında içeriyi göstermeyen filmlerle kaplıydı. Ne de olsa ofis mahremiyeti çalışanların dikkatinin dağılmaması önemliydi.

Dış dünya ile aralarına örülmüş demir bir kubbe gibi sanki. Ofisin de elbette kendine özgü bir doğası vardı. Dışardaki doğal havanın güzelliğinden hiç faydalanılamadığından havalı ama bir o kadar da yapay bir ortam. Ofisi aydınlatan spot ışıkları, havalandırmadan gelen hava, içeride bir o kadar bilgisayarlar, telefonlar yani radyasyonda bereketli bir ortam.

Zeynep ve Buse her gün saat onda günün ilk kahvesini birlikte içerler. Kahvenin eşliğinde birbirlerine geçen günün özetini aktarırlar veya o günün planlarından bahsederler. Gündemin önemli haberlerini de görüşürler ne de olsa Basın Yayın çalışanlarıydı. Dünyada ve ülkedeki tarihi bulgular, arkeolojik kazıların, araştırmaların yazıları ve haberlerini takip ediyorlardı. İşlerinin gereği bir zaman sonra insanları, insanlığın tarihini, bulguların öykülerini daha da merak eder olmuşlardı. Mesleki deformasyon diyorlardı. “Gerçekten mi?” cümlesi Zeynep ve Buse’nin mottosu olmuştu. Çünkü her şahit oldukları öykü bu soruyu dile getiriyordu. Çağlar boyunca insanoğlunun var oluşu yaşamı her geçen gün daha da merak konusu olmuştu. İlkel insan modern insan, ilkel çağ modern çağ, bu gerçekten böyle miydi? İnsanın gerçeği, doğanın, yer yüzünün gerçeği. Bulgular aksini ispatını sunarken nasıl gerçeği merak etmez ki insan?

Peki gerçek nedir? Gerçek, kişiye, zamana, mekâna göre değişiklik göstermeyen tüm zamanları kapsayandır. Binlerce yıl önce güneşin ayın varlığı ile ısınan yeryüzü gibi. Hava gibi su gibi. Bizler ilk ve son değilken nasıl bu kadar kendi gerçeğimizi kaybettik?

Oysaki insanoğlu her zaman gerçeği merak etmiştir, anlatılan öykünün, bir elmanın, denizi, göğün, insanın…Nasıl oldu da insan artık kendisine anlatılan her şeye kolaylıkla inanmayı tercih etti? Hiç düşünmeden, irdelemeden, hatta denemeden. Fikirler doğdu, düşünceler, yorumlar herkese göre çeşitli çeşitli teoriler öne sürüldü. Bir teori üzerine aksini ispatlayan öne sürüldükçe diğeri çürütüldü. Fikirler yarışı gibi. İnsanın insanı beğenmediği ve daha iyisini ortaya koyma çabası olmuş olsa da doğanın kendi var oluşu düzenine de neden bakmadı? On iki bin yıl önce nasıl üç boyutlu taşı oymuşlardı? Mağara da yaşarken evi bilmiyorken bu nasıl olabilir?

Demir gökdelenler miydi medeniyete ulaşmak? 

Yoksa dağları oyarak taştan estetik mimari eserleri mi inşa etmek bir medeniyetin eseriydi? 

İki bin yıl önce alt yapısı ve su boruları ile inşa edilmiş şehirler? Doğal ve estetik güzellikleri ile ilkellikten medeniyetten hiç uzak değil esasında. Düşündükçe bağışıklığı gittikçe zayıflamış bir tarih öyküsü gibi.

Hangisi İlkel?

İçinde bulundukları gökdelene bakınca sanki medeniyetten daha uzak gibiydiler. Işıksız havasız hayatta kalma mücadelesi veren bir yarasa misali. Bu şekilde hayatta kalmaya çalışırken geçmişi ilkel olarak adlandıran zamane insanı. Sonra sağlık yazıları geldi akıllarına. Doğal yaşamanın önemini vurgulayan yazılar. Sağlıklı bir ömür için doğal yemek, güneşi ilk ışıklarıyla karşılamak, temiz hava, doğada yürümek. Zararı ölçülemez internetten uzak bir hayat. Günün büyük bir kısmını bir demir yığını içerisinde yaşıyorlarken bu nasıl mümkün olabilirdi ki? Şimdi ilkel kim? Şehirlerin büyüdüğü, teknolojinin ileri safhada olduğu, iletişim çağında bir başımıza bina yığınları arasında gerçeğinden yitirmiş olan bizler mi, onlar mı? Hangisi? 




Okumaya Devam Et

14 Kasım 2024 Perşembe

SENİN GERÇEĞİN NE?

Duymak istemiyordu, elleriyle kulaklarını kapadı. Ama tüm hücreleri dile gelmiş; "Senin gerçeğin ne? Senin gerçeğin ne?” diye bağırıyordu sanki. 

"Ne demek istemiştir? 

Şimdi  gerçek böyle kişiye göre değişen bir şey mi?  

Benim gerçeğim neden farklı olsun ki?

Of ya iyice ne karıştı kafam! dedi Ayşe. Mehmet abi ne demek istemişti acaba? Niye bu kadar kızmıştı ki? Ne oldu yani arkadaşlarımla bara gittiysek yani? Mezuniyetini kutlamak için ne yapsaydık evde gün gibi mi kutlasaydık? Lise bitmiş, yani bugün kutlama olmayacakta ne zaman olacaktı? Ne vardı bu kadar kızacak sanki?”

Mehmet, Ayşe onun gittiği okula başlayınca ona göz kulak olmayı vazife edinmişti. Ayşe’den iki yaş büyüktü. Ayşe için lise hayatı zaten zordu, yeni arkadaşlar, yeni ortam, yeni dersler. Bu dönemde ne yapsa suç, ne yapsa  kabahat sayılıyordu. Onun gibi değilim ki ben farklıydım, o siyahsa ben beyaz, o beyaz ise ben siyah yani o kadar. Sürekli abi nasihatleri, bıktım.” diyerek dolaşıyordu.

“Kuzen, okul sonrası fazla takılma, yok şunu yapma, yok buraya gitme.” derdi Mehmet. O yüzden çok gıcık olurdu ona. Çok kitap okurdu ama konuştu mu çok güzel konuşurdu. Ailedeki herkes Mehmet için ileride büyük adam olacağını söylerdi. Ayşe’ye sürekli soru sormaya çalışır, Ayşe’de bundan çok sıkılırdı. Halbuki cevabını bildiği soruları sormanın mantığı neydi

"Cevap vermek istemiyorum ki, düşünmek zorunda kalıyorum. Yapmak istediğim şeyi hemen yapmak daha keyifli. Önünü arkasını düşünmeden, hayatın tadını kaçırıyor gibi. Bakınca bir kız arkadaşı bile yok. Yani ne kadar bu dünyaya uyumlu ki? Gerçi ne yapsınlar onu? Sıkıcı!  

Liseden mezun olmuşum yani, hoşlandığım çocukta orada. Şimdi ben onunla çıkmayayım da kiminle çıkayım? Yani ne olmuş? Berkin başka kız arkadaşları varmış. Olsun, çok yakışıklı. Ayrıca ben diğerlerinden farklıyım.  Tabi bunu anlar mı Mehmet abi? Ne mümkün! Tutturmuş gerçeğini kaybetme, gerçek seni kurtaracak, gerçeklerden uzaklaşma! 

Ne bu yani bir kere kaçamak yaptık diye. Ne olur ki? Yani yakalanmasaydım haberin bile olmayacaktı dedim ki demez olaydım. Yok efendim, zaten gerçeğin su yüzüne çıkma gibi bir huyu varmış. Vay efendim bana yakışmamış gizli saklı işler çevirmek. Kimsin sen? Senin gerçeğin ne?

Benim gerçeğim mi?

Ne demekti gerçek?

Bana göre ona göre değişir miydi ki? Mehmet abimin gerçeği ile benim gerçeğim farklı mı ki? “Gerçek değişmez Ayşe” demişti. Şimdi ne oldu da bana bunu söyledi?

Peki benim gerçeğim neydi? İşime geleni, isteklerime uyanı mı gerçek kabul etmiştim. Duruma uydurduğum sahtelikleri gerçeğim mi kabul etmiştim ki bana bunu söyledi acaba?

Gerçek tekti ve zamana göre, mekana göre, kişiye göre değişmediğini biliyordum.

Benim gerçeğim nasıl değişmiş olabilir ki?

İnsan gerçekten uzaklaşabilir miydi? 

Gerçekleri değişebilir miydi? 

İnsanlar tek gerçekten çıkıp neyin  peşinden gider ki?

Gerçekten, benim gerçeğim neydi?

 

 


Okumaya Devam Et

12 Kasım 2024 Salı

KIRKINCI YAŞ GÜNÜ

Nasıl da geçmişti zaman… Doğum gününe bir hafta kalmıştı. Her yıl ailesi ve sevdiği arkadaşları ile doğum gününü kutlardı. Onun için özel günlerin kutlanması oldukça önemliydi. Eşinin, aile üyelerinin, arkadaşlarının doğum günlerine her yıl özenle hazırlanır, kutlama yapardı. Bu yıl kırk yaşını kutlayacaktı. Kırk yaşı yaklaşırken farklı duygular hissetmeye başladı. Çevresinde ki herkes kırk yaşın farklı olduğunu, kırk yaşından sonra pek çok şeyin değiştiğini söylüyordu. Buna pek anlam veremiyordu, çünkü içinde yıllardır büyümeyen bir çocuk vardı, sanki o hiç büyümeyecekti. Kırk yaş ile birlikte değişim yaşar mıyım? derken, etkilerini hissetmeye başlamıştı bile. İnsanın giderek olgunlaşması herhalde diye düşündü. İçinde sebepsiz bir yorgunluk vardı, yılların birikimini hissetmeye başlamış gibiydi. 

Koşturmacalı bir hayatı vardı Işıl’ın. Geniş bir arkadaş çevresi olan çok sosyal bir insandı. Yeni bir ortama girdiğinde hemen arkadaş edinirdi. İnsanlar onun doğallığını, samimiyetini görünce önce şaşırır, sonra onlara farklı gelen bu doğallık, samimiyet karşısında arkadaşlık kurar, Işıl’la birlikteyken güler eğlenirlerdi. Sürekli birileriyle görüşür, kendi başına kalmaktan hoşlanmazdı. Dışardan bakıldığında çok yorucu görünen bu hayat, Işıl’ın normaliydi, kaptırmış gidiyordu. Evli ve iki çocuk annesiydi, iki tatlı kızı vardı. Üstelikte çalışıyordu da, ama çalışmasına rağmen her gün birkaç arkadaş ile görüşmek onun rutiniydi.

İş yerinde de oldukça çalışkandı, gerektiği durumlarda hemen insanları, görevleri organize eder, işlerin çokluğundan hiç dert yanmazdı. Eli ayağı çabuk, pratik bir insandı. Birkaç ay önce terfi aldı, önemli bir birime müdür olmuştu. İş yerindeki arkadaşları ve idarecileri ile de samimi bir iletişimi vardı. Kimseyle pek problem yaşamazdı. Bunca yoğunluğu arasında asla işten kaçmaz, yeni projeleri kendisi ister, hemen güzel bir planlama yapardı. Ailesi de gayet köklü bir aileydi, maddi durumları da oldukça iyiydi. Geniş bir akraba çevreleri vardı. Eşi de iyi bir aileye sahipti, zengin, birbirlerine bağlı bir aileydi. Işıl’ın güzel bir semtte evi, yazlığı, eşi ve kendisinin saygın meslekleri, ikisinin de arabası, tatlı kızları, arkadaşları, sevilen bir insan olması… Her şey tas tamamdı, dışardan bakıldığında.

Ama Işıl giderek yorulduğunu hissetmeye başlamıştı. Kırk yaşına çok az bir zaman kalmışken, bu yorgunluğu daha fazla hissetmeye başlamış olmak üzüyordu onu. Evet, mutsuzdu ama bunu kendine bile itiraf edemiyor, içindeki mutsuzluğu ile ilgili sesleri duymak istemiyordu… İnsanlar arasında gülüp eğlenirken, sosyal çevresinde bu kadar aktifken, ne ilginçtir içindeki çocuk ağlamaya başlamıştı. Aslında onu bu kadar yoran vazgeçemediği ilişkiler, insanlardı. Herkese karşı her zaman çok ince düşünür, fedakârlık yapardı. Fedakârlık yapmaya o kadar alışmıştı ki, ona hiç zor gelmezdi. Çünkü en iyi bildiği, kolaylıkla yaptığı şeydi fedakârlık, hep kendinden vermek. Arkadaşlarına, ailesine, eşine, çocuklarına, personele, müdüre… Hayatındaki herkese özenli davranır, çoğu zaman alttan alırdı. Ama hayatındaki insanlara özendiği kadar, onların kendisine karşı özenli olmadığını görmeye başlamıştı. Görmek istemediği bu gerçek çok canını yakıyordu.

Babasını kaybettikten sonra annesinin üzerine daha da çok düşmeye başlamıştı. Işıl yıllardır annesinin istediği gibi biri olmak için çabalamıştı. Çocukluğundan itibaren annesinin onayını almak, beğenilmek onun için çok önemliydi. Annesi otoriter bir insandı, onun onaylamadığı şeyi yapmazdı Işıl. Eşi bile annesinin onayladığı bir insandı. Annesinin hep yüksek beklentileri olmuştu Işıl’dan. O da bu beklentileri karşılamak, onun beğendiği bir insan olmak için çabalayıp durmuştu. Son zamanlarda Işıl’ın kafasında bir dolu düşünce dönüp duruyor ama düşünmemeye çalışıyordu.

Doğum günü geldi çattı, heyecanlıydı. Kim bilir, kimler ne sürprizler yapacaktı. Ama hiçte düşündüğü gibi olmadı. Eşi arayıp “Akşama annemler gelecek” dedikten sonra Işıl eşinin diğer söylediklerini duymadı, akşamla ilgili kafasında çok farklı düşünceler vardı… Yine beklentisi karşılanmamıştı, hüzünlendi. İçindeki ses “bir yandan sen çocuk musun? büyütme diyor, diğer yandan “Ama ben bunu hak etmedim” diyordu. Işıl eşinin doğum günlerinde her yıl özenle hazırlanır, kutlama yapardı. Eşinin geçen yıl ki doğum gününde tüm sevdikleri arkadaşlarını çağırıp, kendi hazırladığı yemekler ile onları ağırlamış, eşine güzel bir pasta hazırlamıştı. Tabi ki eşinin beğeneceği bir hediyeyi de unutmamıştı. Eşi telefonda konuşmaya devam ederken Işıl “Ama bugün doğum günüm, akşama kutlarız diye düşünmüştüm” diyebildi. Eşi annesinin aradığını, onlara doğru yola çıktıklarını söyleyince bir şey diyemediğini söyledi “sonra uygun bir zamanda kutlarız” dedi. Işıl öylece kalakaldı… Daldığı düşüncelerden uzaklaşınca “işten çıkınca markete uğrayıp hemen eve gitmeliyim, yoldan gelecekler yemek hazırlamam gerek” dedi kendi kendine.

İşten çıkınca marketten ihtiyaçlarını alıp eve koştu. Birkaç çeşit yemek yaptı, özenli güzel bir masa hazırladı.  Onlar gelmeden önce hemen kendisi de hazırlandı, yeni aldığı elbisesini giydi, makyajını tazeledi, saçlarını her zamankinden farklı dalgalı yaptı, çok güzel olmuştu. Öyle ya doğum günüydü bugün, belki hala sürprizler olabilirdi. İçindeki çocuk birden kıpırdandı, heyecanlandı. Zilin sesiyle birlikte kapıya koştu. Kapıdaki eşini gülümseyerek karşıladı. Eşi özenle hazırlanan Işıl’ı fark etmedi bile, içeri girip kendini koltuğa attı “Bugün çok yoruldum” dedi. Işıl yine öylece kalakaldı… Ne onu fark etti, ne de salona girerken gördüğü Işıl’ın hazırladığı o güzel masayı…. Işıl’ da çok yoruluyordu. Ama her zaman evine, işine, ailesine, arkadaşlarına yetiyordu. Çevresindeki arkadaşlarına baktığında, her ikisi de çalıştığı için eşleri yardımcı oluyor ev işlerini birlikte yapıyorlardı. Ama Işıl’ın eşi ev işlerine, çocukların bakımına pek yardımcı olmaz, gidecekleri tatili bile Işıl planlar, her şeye O yetişirdi. Üstelik her şeyi dört dörtlük yaptığı halde artık pek kıymeti de yoktu. Nasıl olsa O hep yapıyordu…

Kırk yaş onun için dönüm noktası olacak gibiydi. Hayal kırıklıkları, görmezden geldikleri iyice artmaya başlamış, bu birikim Işıl’ı rahat bırakmaz olmuştu. Sanki her şey üste geliyor Işıl’ı zorladıkça zorluyordu hayat. Yakın zamanda en yakın arkadaşı ile tartıştı. İlk defa alttan almadı Işıl, oysaki haklı bile olsa arkadaşına karşı hep alttan alırdı. "Yılların arkadaşlığı" der vazgeçemezdi arkadaşından. Tartıştıkları gün küçük kızı hastalanmış, gece hiç uyuyamamıştı, kendini iyi hissetmiyordu. Ve o gün ilk defa alttan almadı Işıl, haklıydı da üstelik. Ama arkadaşı ona anlayış göstermedi, tepkisini gösterip arayı açtı. Her gün konuştuğu, her şeylerini birbirleriyle paylaştıkları çocukluk arkadaşı ile konuşmaz olmuşlardı. Arkadaşının haksız olduğunu anlayacağını, özür dileyeceğini beklerken, öyle olmadı. Çok canı yandı Işıl’ın çok… “Nerede hata yapıyorum” diyerek sürekli kendini sorgular olmuştu. Neden yapılan iyiliğin, fedakârlığın kıymeti bilinmiyordu. İnsanlar bir çırpıda bir kenara koyabiliyordu onca yapılanı… Üstelik en yakınları bunu daha çok yapıyordu.

Işıl’ın eski neşesi kalmadı, yine insanlarla bir arada gülüp eğleniyordu. Ama içindeki boşluğu dolduramıyordu. Kendi kendini sorgularken “Neden sürekli birilerine ihtiyaç duyuyorum, birileri olmadan yapamıyorum? Neden hayır diyemiyor, sürekli onaylanmak, beğenilmek istiyorum?” diye düşünmeye başladı. Oysaki çevresine baktığında insanlar kolaylıkla hayır diyor, tepkilerini göstermekten çekinmiyorlardı. Mesafeli duran insanlara karşı, diğer insanlarda daha temkinliydi. İş yerine birkaç ay önce gelen arkadaşına baktığında Işıl gibi, birilerine ihtiyaç duymuyor, daha çok evinde eşi ve çocuklarıyla zaman geçiriyor, iş yerinde bile kendi başına kalmaktan hoşlanıyordu. Işıl’a çok sıkıcı gelmişti arkadaşı, anlamakta kabul etmekte zorlanmıştı. Halbuki şimdi yaşadıkları karşısında, insanlar ile içi içe yaşarken hep aynı, benzer problemler yaşadığını görüp kafası karışmaya başladı. Hangisi daha doğruydu, arkadaşı gibi daha az insanla takılmak mı? Kendisi gibi sürekli birileriyle olmak mı?

Bir yerlerde hata yaptığının ve değişmesi gerektiğinin farkına vardı. Hayat üst üste yaşattığı olaylar ile bir mesaj veriyor, bir şeyleri göstermek istiyor gibiydi. Kolay olmayacaktı ama değişmesi gerektiğini canı yanarak da olsa anladı sonunda. Birdenbire olmayacaktı ama küçük adımlarla da olsa değişim için çabalayacaktı. Öyle ya tüm uzun yollara bir adım ile başlanırdı. Değişim fikri iyi geldi “Bir an önce toparlanmam gerek” dedi. İçindeki çocuk uzun bir aradan sonra gülümsedi…

İnsanlar kendi yapıp ettiklerinin sonucunu yaşar. İnsan doğru sebepler oluşturamadığında, hayatın içerisindeki işaretleri görüp, değerlendiremediğinde problemlerle karşılaşır. Yaşadığı sonuçlarda, yaşadığı problemlerde “Neden bunu yaşıyorum? Niye beni buldu?” diye düşünmekten alıkoyamaz kendini. 

Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki; İnsan doğru sebepler oluşturduğunda, işaretleri görüp değerlendirdiğinde yaşayacağı sonuçlarda değişir. İnsanın yaşadıklarında kendi yapıp ettiklerini görebilmesi, doğru sebepler oluşturarak doğru sonuçlar yaşamak için çabalaması çok kıymetlidir. 

***

Doğru sebepler oluşturabilenlerden, doğru yere doğru bedeller ödeyebilenlerden olabilmek dileğiyle…






Okumaya Devam Et