Kendi hayatından da öğrenmeyi önemserdi. Bunun için geçmişi ile bugününü kıyaslar, “Bir önceki yılla aynı mı düşünüyorum?” diye bakardı. Daha küçükken, bir önceki yıl yaptığı şeylerin, verdiği kararların, üzüldüğü konuların bir sonraki yılda o kadar da doğru gelmediğini fark etmişti. Fark ettiği bu durum karşısında ufak ufak utanıyordu bile! İlk başta buna üzülse de sonra düşündü ve dedi ki "İyi ki doğru gelmiyor! Bu demek oluyor ki bir önceki yıldan daha olgunum, daha mantıklıyım, daha çok büyümüşüm. Yani dünümden daha iyiyim!’’ Böyle olduğunda da çok seviniyordu. Bu farkındalık onda başka bir farkındalığa da kapı açmıştı. Demek ki şu an çok doğru diye savunduğu kararlar, ölesiye istediği şeyler de seneye anlamsız gelebilirdi... Eee ne yapsın, herhalde büyümek de böyle bir şeydi.
Okuldaki diğer arkadaşlarını düşündü. Onun gibi düşünen pek kimse yoktu. Onların sohbetleri ve ilgi alanları farklıydı. Onlar daha çok popüler olmayı önemsiyorlardı. En güzel giyinen, en marka ayakkabıya sahip olan, en komik şakaları yapan... Onlar için böyle şeyler daha önemliydi. "İnsanlar görünür olmayı, beğenilmeyi, ön planda olmayı seviyor herhalde.’’ diye düşündü Elif. Ondan mıydı bütün bu gösterişler? Sonra çalışkan diğer arkadaşlarını düşündü. Birçoğu öğretmene kendini ispatlama peşindeydi. "Bugün ödev vardı öğretmeniiiiim!’’ diye muhakkak hatırlatırlardı çünkü kendileri yapmış olurdu.
Sanki herkes var olma, görülme, fark edilme yarışındaydı...
Peki gerçekten öyle mi olmalıydı?
O da mı katılmalıydı bu yarışa?
İlginç yanı ise bu yarış bitmiyordu. Mutlu da etmiyordu ve Elif arkadaşlarını gördükçe tereddüt ediyordu. Acaba gerçek olan onların yaptığı mıydı?
Elif düşündü, düşündü, bir de yazarak düşündü; işin içinden pek çıkamamıştı. Sonra aklına Yasemin ablası geldi. Yasemin ablası hiç öyle var olma peşinde koşan biri değildi. Hızır gibi yetişti derler ya, Yasemin ablası işte öyle biriydi. Onun varlığı da yokluğu da anlam ifade ederdi. Görünür olma gibi bir kaygısı yoktu. O ortamda kimin ne ihtiyacı varsa sanki zihinlerini okuyormuş gibi hemen giderirdi. Öyle çoğunlukta gördüğümüz gibi bir iyilik yaptığında da eline mikrofonu alıp "Ben yaptım!" diye bağırmazdı. Bunu yapmamasına rağmen etrafındakiler onu çok sever ve çok güvenirlerdi. Kıymetli olduğunu bilirlerdi. Yani artık anlamışlardı onu; ihtiyaç karşılayacağını, ince detayları gördüğünü... Sadece kendisini değil başkalarını da düşündüğüne defalarca şahit olmuşlardı. Onu sevmeleri, ilgi göstermeleri için ön plana çıkıp popüler olmasına gerek yoktu. Ne kadar da iyiydi Yasemin ablası! Onun için içinden gelen kelime bu oluyordu "İyi..."
Birden aklına Yasemin ablasının ona verdiği kitap geldi. Ne zamandır okumak isteyip fırsatını bulamamıştı. Kitabın ilk sayfasını açıp okumaya başladığında çok şaşırdı. Kitapta tam da ihtiyaç karşılamaktan bahsediyordu. Diyordu ki:
“İhtiyaç karşılayanın ihtiyacı karşılanır.”
Nasılda ilginç bir cümleydi böyle... Demek ki Yasemin ablasının bir bildiği vardı. Elif’in aklına düşen soruları kendi burada değilken bile cevaplıyor, ihtiyacını gideriyordu. Sessizce, usulca, ortalıkta bile yokken ihtiyaç karşılıyordu...
Satırları okumaya devam etti; mesele ihtiyaç karşılamaktı. Asıl var olmak; dikkatleri üzerine çekerek değil, yaptığı iyi şeyleri insanların gözlerine sokarak değil, ihtiyaç karşılayarak oluyordu. Bir ilişkide, bir mekanda, bir zamanda var olmak için şart buydu...
Bu ona kış güneşini anımsattı. Kar sonrası ortaya çıkan ve buz gibi havayı yumuşacık yapan kış güneşi insanın da içini ısıtırdı. Çok yakmaz, çok ortalıkta görünmezdi. İhtiyaç duyduğun kadardı...
İnsan ihtiyaç karşıladıkça başkalarının hayatında tıkanıklıkları açan, kolaylaştıran, yol gösteren, aydınlatan oluyordu. Tıpkı güneşin bizim dünyamızı aydınlattığı gibi…
İnsan ihtiyaç karşıladıkça başkaları için varlığının bir anlamı oluyor, yokluğu hissediliyor, yeri doldurulamayan, aranan oluyordu. Tıpkı kışın, güneşin o sıcaklığını aradığımız gibi…
Kar sonrası ortaya çıkan ve buz gibi havayı yumuşacık yapan kış güneşi insanın da içini ısıtırdı. Çok yakmaz, çok ortalıkta görünmezdi. İhtiyaç duyduğun kadardı... İnsan da kış güneşi olunca o kadar ön planda olmuyordu ama ihtiyaç karşılıyordu. Hem de o ihtiyacı kimsenin karşılayamayacağı bir şekilde yapıyordu bunu. O soğukta ısıtan, karanlık havada ışığıyla içlere ferahlık veren güneş gibi…
Ne ilginç bir tabirdi! Kış güneşi olmak... İnsanların çoğu kışın değil; yazın güneş olmak isterdi. Pek azı ise yazın gölge, kışın güneş olmayı tercih ederdi.
Oysa şu an herkes elindekini kendine saklamayı, sadece kendini önemsemeyi normal sayıyordu. Kışın ısıtan olmak nasıl güçse bu zamanda da ihtiyaç gideren olmak o kadar güçtü. İnsanların çoğu kendi ihtiyacına odaklanmayı seçerken, sadece kendisini düşünürken başkasının ihtiyacına odaklanabilmek... Bu dönemde ne kadar da kıymetliydi. Kimsenin olmadığı yerde var olan gerçek anlamda vardı.
Asıl ihtiyaç karşılayan ön planda olan değildi; kıymetli olan yazın gölge, kışın ise güneşti... İhtiyacı kimsenin karşılamaya gönüllü olmadığı yerde, kimsenin karşılamaya istekli olmadığı zamanda karşılayan olabilmekti… Bu bambaşka bir seviye, bambaşka bir kıymetti…
Elif hayatında böyle bir insan tanımıştı ve bunun için çok mutluydu. Şimdi ise sıra öyle bir insan olmak için çabalama zamanıydı...